Sunday 26 December 2010

Dünyaya İlişkin Tasarıların Mümkün Olduğu ...

—İlk şiirinizi nerede, hangi tarihte yayımladınız ve dönemin şiir ortamından bahseder misiniz?

Şair olarak anılmanın ilk adımı olan ilk şiirimin yayımlanması, elbette herkes gibi heyecanla ama biraz da tedirginlikle… Tedirginlik şu ki şairlik gibi ağır bir vasfı kendine fazla görmek, şiir yazayım fakat şair anılmayayım; yayımlayayım fakat bilinmeyeyim çelişkisiyle tezahür etti bende. Bu çelişkiyi inşa eden şey, şair yahut şiirin kutsallığı gibi temelsiz olduğuna inandığım düşünceden tamamen uzak, tersi bir zihinsel işleyişi ima etmektedir. İşte o ilk şiiri, 2000–01 yılında üniversitede bir grup edebiyat heveslisinin çıkardığı Anafor dergisinde yayımladığımı hatırlıyorum.
İçinde bulunduğum, az buçuk öznesi olduğumu düşündüğüm 2000’li yılların edebiyat ortamı, İmparatorluğun son yüz yılı dâhil, cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde açıkça konuşulmayan, tartışılmayan hatta kendimize bile yüksek sesle itiraf etmekten çekindiğimiz, düşünülmesi dahi problem olan (t)onlarca meseleyi, mevzuları konuştuğumuz, tartışmaya çalıştığımız, en önemlisi zihinlerdeki örtük faşizmin deşifre edildiği bir ortam. Etnik ya da sosyal ayaklanmalar, kıyımlar, darbeler, ikinci cumhuriyet tartışmaları, Diyarbakır cezaevinde olup bitenler, devletin örtük işleri için inşa ettiği yedek yapılanmalar, Ergenekon, asit kuyuları vs. vs. sözünü ettiğim örtük ırkçı faşizmin dil sürçmesi olarak itiraf edilmiş değil. Tersine bu tür insanlık dışı muamelelerin, faşist zihinlerde daima muhafaza edildiği, her an tedavüle konulabileceği ve tekrarının mümkün olduğunun hatırlatılmasıdır. Adeta bir korkutma aracı, Demoklesin kılıcı olarak diri tutulan bir ulus-devlet geleneği. Yani bir yandan konuşurken bir yandan da konuşmaya tahammülü olmayanların geleneksel ırkçı yöntemlerle alabildiğine karşı koymaya çalıştığı ve adına derin denilen kirli yapılanmalara başvurdukları bir ortamda şiir yazmaya çalışıyoruz. Bu bağlamda 2000’li yılların 70, 80 ve 90’lı yıllara nazaran ‘sözün söylenebilirliğinin imkânı bakımından’ görece daha iyi olduğunu, 2000’lerde şiir/yazı yazmaya başlayanların sözünü daha yüksek sesle ve esirgemeden dile getirdiğini söylemek ve bu durumu tespit etmek gerekir düşüncesindeyim. Bunu, aynı zamanda bir hakkın da teslimi olarak görüyorum.
(devamı; Üç Nokta'da)

Üç Nokta Edebiyat Dergisi
[Şubat 2010]

"80'LERDE ÇOCUK OLMAK"


RESMİ HİZMETE MAHSUS ÇOCUKLUĞUM


Uzaktan gören herkesin fısıldadığı cümleydi. Bir ağaç neden bir dağın gövdesine oturur, saçlarıyla okşardı kalbini yamaçların? Bir izahı olmalıydı. Dağın örtüsü müydü yoksa, dağ ağaçsız büyüyemez miydi, ne diye bir başına dikiliversin. Uzaktan hep bir keder, bir yalnızlıktı. Ne ağacı olduğu, niçin bir dağın gövdesine oturduğu çocukluğumun gözlerinde kamaşan bir hikmet, mutluluk ve geçmiş hülyası oldu hep. Düşler boy vermeye başlamış, fakat ağacın sırrı henüz uzağa ve çocuk dünyama malum olmamıştı. Dalları göğe doğru yol aldı, kökleri ahtapot gibi kıvrım kıvrım her yanı sardı, toprağına derinleşti. Bu köklerin büyük bir kısmı kıyılmalara, kesilmelere aldırış etmeden geriye kalanlarla sırtını gurur, azamet ve haşmetle arkasında yükselen dağa yasladı. Bu dağ Çare dağıydı. İki sevgili oldu dağ ile ağaç. Dağ ve ağaç sevgiliden başka ne olabilirdi ki… Çare, güneşi görür görmez büyük bir sevinçle elinden tutup şefkatini ve bereketini başından aşağı ağaca savururdu.(...)

(...) Taşlara fısıldadık. Çelişkimizi taşlara yükledik. Büyüyünce kaya olsunlar istedik. Yel kayadan bir şey koparamaza inandık. Hayat esirgendi çocukluğumuzdan, “dakika ve skor alınan” bir oyun olduk, devam edip etmeyeceği bilinmeyen bir maçta. “Vurursa gol, vuruyor, aut” olduk. Her maçımızı işaret levhaları, elektrik fincanları ile oynadık. Orman bekçileri, karayolları personlinin belası olduk. Bir oyundan bir başka oyuna fırlatıldık. (...)

Hasip Bingöl
80'lerde Çocuk Olmak,
Yitik Ülke Yayınları, 2010
(Devamı, kitapta...)

Tuesday 24 August 2010

Şiir gençliktir!

Haydar ERGÜLEN


Çok genç şair var, daha da olsun, çünkü şiir gençlik demektir, genç işidir. Kayıp Tablet (Yom) en gençlerden Hasip Bingöl'ün ilk kitabı. Doğulu izleklerle, söylencelerle oluşturulmuş bir şiirin de en yeni seslerinden. Kendine özgü bir sözlüğü genişletmeye çalışan bu şiir, bizi Türkçenin doğusundaki kayıp seslere ulaştırmak gibi bir görevi de üstlenmiş. Bunu da layığıyla yerine getiriyor. Acılı bir kavmin kaçınılmaz sözcüsü olmanın getirdiği kederse tüm şiirlere sirayet ediyor: kendi dilimde yabancı buldum sözlerimi/ kendi sesimin limanına sığınmak/ ve kendi suretime dönmek için/ yüzümü sildim gül yapraklarıyla/ yazık ki kavmimin sözcüsü kıldığım güller/ zakkum ağacının gölgesiyle büyümüş/ yüzümdeki acılık, sözlerimdeki eğrilik. Daha ilk kitabında uzun şiirlere yönelmiş olması da şiirinin kuruluşundaki söylence biçemini daha da geliştireceğinin bir işareti. Hasip Bingöl daha oylumlu şiirlerinde de benzer bir başarıya göstereceğe benziyor.


Radikal Kitap, 29 Haziran 2007

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6516

Thursday 19 August 2010

III. Uluslararası İstanbul Şiir Festivali: Söyleşi

Hasip Bingöl


1-Bu coğrafyada şiirin ayrı bir yeri olduğunu düşünüyor musunuz?

Zamana ve söyleyene göre cevabı değişebilen bir soru. İçinde yaşadığımız zamanda cevabım olumsuz olacaktır. Sadece yaşadığımız coğrafyaya ilişkin bir olumsuzluk değil bu, sanırım yer kürenin toplamında var olan bir durum. Her şeyin uluorta yaşandığı, gizem dediğimiz “şey”in hor görüldüğü, aşağılandığı, dolayısıyla alenileşene rağbetin olduğu bir görsellik çağındayız. Sinemanın, romanın ön plana çıktığı, şiirin ise atölyelere doğru yola çıktığı, lirik bir odada dinlenmeye çekilmek üzere olduğunu söylemek mümkündür. Şiir, bir dönemler bütün bir Doğu coğrafyasında önemsenmiş, sözün şeklini belirlemiş. Ancak şimdilerde bu ehemmiyetin giderek sonlandığı, öyle ki şairlerin dahi şiir okumadığı konuşulmakta. Aziz Nesin’in ifadesiyle her üç kişiden dördünün şair olduğu bir yerde ve zamanda yaşadığımızı düşünürsek, artık şiire bu coğrafyada da ayrı bir ilginin gösterilmediği rahatlıkla söylenebilir.

2-Şiir festivalinin böylesi bir gelenekleşmeye nasıl bir katkı sağlayacağını düşünüyorsunuz?

Bir festivalin gelenekleşmesi ve bunun şiirle sağlanması şiir adına paradoksal ve fakat İstanbul adına hoş bir durum. Zira şiir, bir yanıyla gelenekselleşmeye bir yanıyla da kitlelerle buluşmaya mesafeli bireysel bir sestir. Dolayısı ile şiir festivalinin gelenekselleşmesi ve bireysellik, sözünü ettiğim paradokstur. İstanbul adına güzel bir durum; zira İstanbul, bizatihi sanatsal bir varoluşla inşa olunmuştur. Şiirle vücut bulmuş, şiir de İstanbul’la. Dolayısı ile İstanbul adına bir festival gelenekselleşecekse bu “şiir festivali” olmalı kanımca. İki sevgilidir İstanbul ve şiir. Bu türden festivaller bana Doğu edebiyatının, özellikle İslam öncesi Arap edebiyatının, şiir panayırlarını hatırlatır. Her yıl tertiplenen Ukaz şiir panayırlarında şiirler okunur, seçilen en iyi şiirler altınla Kâbe’nin duvarlarına nakşedilirdi. Şiir panayırlarına gerek Doğu şiir geleneğinde, gerek Grek [Batı] şiir geleneğinde sıkça rastlanır. Buradan hareketle söz’ün şiir olduğu kadim geleneklerdeki şiir panayırları ile günümüz festivalleri birbirini dikey zamanda bütünlerler. Ancak mahiyet itibari ile iki durum arasında farklar vardır. Kadim zamanın söz’ü modern zamanda ne yazık deforme olmuş. Söz adına direnen çok az kimse kalmıştır. Bu bağlamda son dönemlerde sayıları artan ulusal yahut enternasyonal şiir organizasyonları, şiire ilginin yeniden arttığına yorulabilir; fakat zannımca bu bir yanılsamadır. Tersine, az sayıdaki direnme mevzileri, şiire karşı son vazifelerin yapıldığı, mersiyelerin okunmaya başlandığı, yolculamanın başladığına beyandır.

3-Şiir, kente neler katabilir ya da katacaktır?

Şiir bir işe yarar mı, yaramalı mı’yı zihnimizin bir yerine not ederek, şunu söylemek mümkün. Estetik bir hüviyeti haiz şiir, neşvünema bulduğu yere bu yanıyla tesir eder kuşkusuz. Sanat yahut edebiyattan söz edildiğinde belki de akla ilk gelen türdür şiir. Bu ilklik birçok kentin kimliğine sirayet etmiş, onlara sanatsal bir kimlik kazandırmıştır. Öyle ki kimi kentler sanatla/şiirle özdeşleşmiş, bütünleşmişlerdir. Onları şiirin dışında tanımlamaya çalışmak, eksik konuşmak olur. İstanbul, Paris, Barcelona, Venedik, Beyrut, St. Petersburg, Dublin, İsfahan, Şiraz, Diyarbakır, Kudüs, Şam vesaire sanatsız ne denli konuşulabilir. Bu kentler şiir/sanatla, sanat bu kentlerle anlamlıdır. Biri diğerinin önünde yahut arkasında değildir. Şiir ve kent bu anlamda birbirini bütünlemiştir. Kültür ve sanat şehri olarak yeryüzü sahnesinde tebarüz eden, damarlarında dolaşan şiirlerle her daim terütaze olan ve Bu şehr-i Sitanbul ki bî misl ü behâdır/ Bir sengine yek pâre Acem mülki fedadır övgülerine mazhar İstanbul, Cumhuriyet Türkiye’sinde bu mazhariyetten uzak kalmıştır. Şiirle kentin ilişkisi bu dönemde zedelenmiş, şiirin kente katkısı göz ardı edilmiştir.

4-İrlanda şiiri Türkiye’de ne kadar biliniyor sizce?

Doğrusu bu soruya net cevap vermek mümkün olmamakla beraber, bir bütün olarak İrlanda edebiyatının yakın zamana kadar İngiliz edebiyatı toplamına dâhil edildiği gerçeği söz konusu. Bu algının Türkiye’de de karşılık bulması İrlanda şiirinin/edebiyatının yeterince bilinmediğine kanıt gösterilebilir. İrlanda (dünya) edebiyatının önemli isimlerinden James Joyce, Samuel Beckett, William Butler Yeats, John Singe, Bernard Shaw, Oscar Wilde vesaire çoğumuzca bilinen isimler olmasına karşın, bu isimlerin İrlandalı edebiyatçı/şairler olduğu pek bilinmez. Ancak son dönemlerde bu algının yavaş yavaş değiştiğini görüyoruz. Son dönemlerde çeviriye olan özel ilginin yanı sıra, yabancı dil bilen şair ve iyi çevirmen sayısındaki artış, beraberinde dünya edebiyatı ve İrlanda edebiyatının önemli isimlerinin Türkçeye kazandırılmasını ve tanınmasını sağlamıştır. Bu da İrlanda şiiri başta olmak üzere bütün bir İrlanda edebiyatını eskiye oranla daha çok ve iyi tanımamıza vesile olmuştur. Yukarıda sözünü ettiğim önemli isimlerin yanı sıra, İrlanda edebiyatının değişik türlerinde yetkin eserler veren Terry Eagleton, Jonathan Swift, Meave Bincy, Iris Murdoch, Nuala Ni Dhomhnaill gibi önemli isimler, Türkçe edebiyatın birçok okuyucusunca yakından tanınmakta ve okunmaktadır.

5- Festivalin bu seneki ve geçen seneki temaları (Romanya şiiri ve Katalan şiiri) göz önüne alınırsa bu festivalin aynı zamanda şiir okurunu Avrupa şiirinin ve bildik isimlerin yanı sıra bilinmeyene/ görünmeyene de taşıyabileceğine inanıyor musunuz?

Her yıl özel bir tema’nın seçilmesi son derece yerinde, aynı zamanda festivale asıl anlamı katan husustur kanısındayım. Bu, vesile kılınarak okurun şiir zihnine yeni bir anlam düşülmüş, bir farkındalık yaratılmış olur. Bu festival dolayısıyla genelde Avrupa şiiri özelde ise İrlanda şiiri, yeniden gündemimize girmiş olacak, yeniden okuma şansını yakalayacağız. Zihinlerimizi yenileme şansını yakalayacağız.
Bu yıl ve geçen iki yılın festival temalarının çok özel ve isabetli olduğunu belirtmek isterim. Özellikle Katalan ve İrlanda edebiyatının festival dolayısıyla gündemimize girmesi önemlidir. Katalan ve İrlanda edebiyatı bağlamında minör ve majör edebiyat ilişkisi konuşulabilir, tartışılabilir diye düşünüyorum. Ezcümle, Avrupa şiirinin bilhassa İrlanda şiirinin bilinen önemli isimlerinin yanı sıra listeye dâhil edilecek yeni isimler, okura yeni imkânlar sunacak, yeni perspektifler kazandıracaktır.

Mayıs 2010

söyleşi:
Senem Kale-Erdem Öztop
Uluslararası İstanbul Şiir Festivali
Basın Sorumluları

Monday 9 August 2010

Şehir, ben ve Ortadoğu

ORHAN KAHYAOĞLU

Aralarında uzak da olsa bir akrabalık hissedilebilen iki şiir kitabı var elimizde. Şeref Bilsel'in Mecnûn Dalı ve Hasip Bingöl'ün Kayıp Tablet'i. Şeref Bilsel, bir önceki kitabındaki gibi, riskli bir şiir arayışının peşinde. Türkçe yazılan şiirin, halk şiiri de dahil birçok geleneksel kaynağıyla, İkinci Yeni gibi modernist şiir akımlarının; kesişme, hatta kaynaşma noktasında bir bileşenini arıyor gibi. Öte yandan, merkezi şehirli sezgiciliğine yaslansa da öz itibarıyla Doğulu, Ortadoğulu bir duyarganın içinde gezinen bir şiir üretme kaygısı yakalanıyor. Dolayısıyla, çatışkılarla dolu bir 'ben'i damıtıp, su yüzüne çıkararak bir şiir oluşturma çabası var. Kitaptaki çoğu şiirde, bu arayışın damıtılmış örnekleriyle karşılaşılıyoruz. Ama, bazı şiirlerde değindiğimiz türden bir özgünlüğe ulaşılamıyor. Örneğin, başta Cemal Süreya olmak üzere, bazı şairlerin ömür boyu kovaladığı, Ortadoğu'ya özgü bir şiir sorunsalının, takipçisi gözüküyor. Bazense bu etkileşimden sıyrılıp, tamamen kendi ben'ine kilitlenerek yazdığı, son derece özgün şiirlere rastlanıyor. Yine de, günümüz şiir ortalamasının bir adım önünde giden bir şiir yapılanması olarak değerlendirilebilir bu şairin çabaları. Şeref Bilsel, oldukça genç bir şair. Hasip Bingöl'se çok daha genç. Kayıp Tablet onun ilk kitabı. Bu kitaptaki şiirlerde Ortadoğu daha kökte bir sorunsal olarak ön plana çıkmış. Ortadoğu'nun kültür, dil, söylem ve sözcükleri üzerine kurulmuş bir şiir bu. O da, tabii ki, bir şehirli duyargasıyla yazıyor şiirlerini. Ancak Ortadoğu dil ve kültürüne mesafe şöyle dursun, hemen tüm kitaptaki şiirlerin kurgu ve kökleri, Ortadoğu'nun tam içinden, dibinden fışkırıyor. Kendi şehirde, ben'i büyük ölçüde Ortadoğulu. Şiiri hemen hemen bu dil ve hatta söylencelere yaslanarak yazılmış. Kitabı, yaşı çok genç olduğu halde teknik açıdan çok yetkin bir yapıya sahip. Ancak, bu yapısal güçlülüğün içinde, birçok modern şairin şiirlerinden etkiler, izdüşümlerle karşılaşılıyor. Hele kitabın son şiiri 'şehvet ve hazine'de İsmet Özel şiirinin teknik kadar ses ve formlarından da fazlasıyla esinlendiği dikkat çekici.

Hasip Bingöl 'Kayıp Tablet'ini bulacak mı?

Kayıp Tablet, Bingöl'ün varlık ve hiçlik duygularının tüm gerginliğiyle su yüzüne çıktığı bir kitap. O dil, söylem ve kullandığı sözcüklerle Ortadoğulu bir kimlik ve ben'inin çatışkılarıyla bezeli bir ben. İşin hoş yanı, özellikle 'Kantadı' adlı kitabın birinci bölümünde var olan üç uzun şiirin, aynı temel kanalı, izlekleri işaretlemesinin yanında, şairin kendine ait bir dil ve yapıyı başarıyla oluşturması. Bu üç şiirin tamamen Hasip Bingöl'ün yaratısı olduğunu söylemek zor. Ama, büyük ölçüde kendi şiirinin hakikiliğini hissediyor insan. Çeşitli dizelerde Ece Ayhan'dan Sezai Karakoç ve Ülkü Tamer'e ait izleklere dolayımlı da olsa rastlanıyor. İkinci Yeni şiirinin ruhu büyük ölçüde sinebiliyor bu şiirlere. Ama, öte yandan Ahmet Arif şiirinin sorunsalıyla hiçbir bağ kurmadan, yine tam içinden, dibinden bir Ortadoğu duyarlılığını şiirine yedirebiliyor. Dize yapısı, sözcük seçimleri ve oluşturduğu kültürel kuşatıcılık noktasında çok etkili kesitlerde var. 'si bemol' adlı ilk şiir kendine has, ilginç bir ruhaniliği içinde barındırıyor. Değişik bir imgelemi var. Çok güçlü değil, ama etkili, kuşatıcı. Ortadoğu'da yaşanan keder yüklü dünyayı şair kendi ben'inden hareketle ilginç bir vücuda dönüştürmüş. Şairin kendi ben'iyle sen'i birlikte yolculuk ediyorlar. Aynı ben'e dair sorgu 'taş okumaları' şiirinde de derinleşiyor. Aynı sorunsal, tutkular düzeyinde şiir varoluşunu derinlemesine sorguluyor. 'zâtür're' adlı üçüncü şiirdeyse, sıraladığımız özelliklere ek olarak Bingöl'e has bir melankolinin bu uzun şiiri kuşatışı dikkat çekiyor. Bu şiirlerde dikkat çeken musiki ve tonlamalar özelikle 'zâtür're' adlı şiirde yetkin bir düzleme ulaşıyor. İşin ilginç yanı, bu dipten gelen Ortadoğulu duyarlılığın, bir şehirlinin kimliğiyle, ben'iyle çoğu kez kesişmesi. Hepatiti, melankolisi vs.'siyle apayrı çatışkılı semboller bunlar. Modern bir kurguyla, geleneksel, hatta etnik duyarlılıkların kazınmaya, çakışmaya devam ettiği ikinci bir bölüm daha var bu kitapta. Adı da 'Kayıp Tablet'. 'ilk oku... kalbime' adlı şiir de güçlü bir imge dünyasıyla bezeli. Keder tüm sıcaklığıyla sürüyor. Sanki Ortadoğu kökenli, apayrı bir ben'in yaradılışının peşinde. Dolayısıyla da yoğun mistik atmosfer, kederle iç içe, tutku yoluyla özel bir algıya dönüşüyor. Zaten süreç içinde şairin ağırlıklı İslami, hem de Hıristiyan kültürlerine yaptığı göndermelere rastlanıyor. İsmet Özel şiirinin dolaylı esinleriyle karşılaşılıyor. 'prematüre' şiirinde görece az, ama 'şehvet ve hazine' şiirinde dil, form ve söylem açısından İsmet Özel şiirinin açık etki ve kuşatıcılığı var. Şiirler güçlü, ama özellikle ikincisi, yarattığı heyecana rağmen Bingöl"ün daha kendine has bir dili henüz tam anlamıyla oluşturamadığını gösteriyor. Belki bir ilk kitap olarak kaçınılmaz bir esin bu. Şairin hangi şiirleri öncelikle yazdığını bilemiyoruz. Ama, ilk bölüm çok daha yetkin ve Bingöl'e özgü. Bingöl çok genç bir şair. Ve bu değindiğimiz saplantıyı aştığı noktada inanılmaz güçlü bir şair olmaya aday. Özellikle ilk bölümdeki üç şiirindeki gibi.

Radikal Kitap, 01/06/2007

KAYIP TABLET, Hasip Bingöl, Yom Yayınları, 2007, 64 sayfa

Thursday 11 February 2010

DEVLET ALBÜMÜ: PİMİ ÇEKİLMİŞ ŞAİR

Hasip Bingöl

Artık kimse içinde bir İsa’yla yaşamıyor. Hepimizin, her birimizin içimizdeki İsa’yı öldürmekten ruhu, yüreği ve sözleri nasırlaşmış. Bir yanağımıza atılan tokat’a diğer yanağımızı çevirmek, bir nostalji ve fanteziden öte bir anlam taşımıyor anlamsız ruhlarımıza. Öyle ki içinde hâlâ İsa’dan kıpırtılar taşıyanlarımızın çevireceği “öteki yanak” enayilikle, modern birey olamamakla bellenen ve yüzümüze vurulan bir utanç şamarı olmakta. İçinde yaşadığımız mekân ve zaman diliminin modern insanı, içimizdeki İsa’yı çarmıhlamayı vazeden, kendi egomuzu rahat yaşatabilmek için bir diğerinin yokluğunu kulaklarımıza fısıldayan, ruhu alınmış duygusuz bir makineden başkaca nasıl tarif edilebilir. Kabul edelim ki artık çoğumuz en kalın’ından bakıyoruz hayata, bizi ancak kalın’lıklar yaşatır, yarına taşır diye inanıyoruz. Hepimiz kalın yarınlara ihtiyaç duymak zorundaymışız gibi. İster trajedi diyelim ister trajikomik ne dersek diyelim artık çoğumuzun hülyaları ve rüyaları da kalın’laşmış. Bunca tahammülsüzlük, bunca hodkâmlık, yoksa başka nasıl izah edilebilir. Bu kötümser ve sisli manzarayı, her birimizin semavî bir vecd içinde yüzümüzü çevirebileceği ve sesinden ilhamlar bahşedeceğinin hayalini kurduğu; yalnızca sevgiliyi bekler gibi bir vuslat arzusu ve heyecanıyla beklediği sözün gerçek sahibi, ‘sözün köpekleri’ şairler ancak dağıtabilir. Peki, ya şairin duyguları da kalın’laşmış, nasırlaşmışsa? Ya şair ‘mızmızlık” yapar, toprak derdine düşer, “güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan/ dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar/ dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan/ Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar/ Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan/ eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar” diyen Turgut Uyar’a kör ve sağır kalırsa. Ya da şair, ille de devlete katkım olsun diyerek, “şair, devlete katkısı dokunmayan kişidir” diyen filozofa ihanet ederse. Böyle bir durumda kimse olmayan kimseler olarak kime çevireceğiz yüzümüzü, hangi bir söze vecd içinde yöneleceğiz. Tavrımızı ve tarafımızı kimden yana koyacağız, devletle şair arasında tercih ikileminde kalmak neden reva olsun. Elinde pimi çekilmiş bombayla devlete yanaştırılmak, taraf kılınmak ne kötü, hele bombanın pimini çeken şair olunca. Şair, devleti ancak bomba ile sevdirebilir. Tanrım şairin sevgisinden sana sığınırım. Böyle bir sevgiden koru bizleri!

“Ölümünüze yol açmak üzere olan bir hastalığa salt estetik bir ilgi duyamazsınız; boğazınızı kesmek üzere olan bir adam hakkında tarafsız olamazsınız. Faşizm ve Sosyalizmin birbiriyle mücadele ettiği bir dünyada, düşünen herkes taraf olmak zorunda…” der, George Orwell. Estetize edilmiş ve kutsallık kılıfı giydirilmiş acılarla, çatışmalarla, itaat ayinleriyle yaşatılıyoruz. Dört bir yanımız kutsalların işgalinde. Boğazımızı kesen, ateşe sürükleyen, pimi çekilmiş bombaları ellerimize tutuşturan militarist kafaya güzellemeler düzmemiz, canımızdan aziz bilmemiz, militarizmden yana tarafsız kalmamız, vatanı kutsamamız isteniyor bizden, durmadan. Padişahım çok yaşa! Bendenizin varlığı varlığınıza armağan olsun. Faşizmle Sosyalizmin çarpışmasında, hakikati mündemiç vicdanlar elbette sosyalizmden yana saf tutar, ona taraf olur. İki kere iki dört eder gibi. Dolayısıyla Orwell’ın önermesine vereceğimiz cevap son derece kolay olur bu noktada. Ancak şiirin tek başına masum olamayacağını, şairlerin de farkında olarak ya da olmayarak, bilerek yahut bilmeyerek faşist olabileceğini/olduğunu düşündüğümüzde, faşist devletle faşist şair arasında nasıl bir tercih yapacağımız, kimden yana tavır koyacağımız önermesi koca bir soru ve paradoks olarak yüzümüze çarpıyor.

Türkiye’de Yaşama Kılavuzu

Elazığ’da nöbette uyuduğu iddia edilen askere, teğmeni tarafından pimi çekilerek eline tutuşturulan bombanın patlaması sonucu hayatını yitiren dört askerin trajik ölümleri, akıllara ister istemez şair İsmet Özel’i getiriyor. “Sanat dili tek hakikattir. Sanatçı ise çoğu zaman kahrolası bir yalancıdır ama sanatı eğer sanatsa, size zamanının hakikatini söyleyecektir. Önemli olan tek şey de budur: Sonsuz hakikate boş verin.” der, D.H. Lawrence. Sanatın ve hakikatin dilinden uzak, kaba ve kalın duygularla kendinden geçen İsmet Özel bir söyleşisinde, “'Tuttuğu nöbet sırasında şekerleme yapan insanın kurşuna dizildiği bir Türkiye'de yaşamak istiyorum.” demişti. Öyle ki bu cümleyi kurduran duygu, bu düşünceyi besleyen ve vazeden kafa, salt kahrolası yalancı bir sanatçı deyip geçiştirilemez. Bu düşünceden neşet eden sanat, şayet zamanının hakikati ise sadece sanatçının yalancılığına şahitlik etmekle kalmayacağız; aynı zamanda nasıl bir süreçten geçtiğimizi, hangi şartların bizi amansız pençelerine aldığına/alacağına da tanıklık edeceğiz. Böyle bir durumda sonsuz hakikat kendiliğinden kayıp gidecektir.
Şiire ve hakikate bulaşmış bir vicdanın kaba ve kalınlığa yelken açması yeni bir şey olmasa da, yeni şeyler, iyi şiirler yazanların da kalınlaşabileceğini bize göstermektedir. Şiir ve devlet, ancak ontolojik bir çatışma ile kendilerine bir yaşam alanı oluşturabilir. Şiiri ve şairi yedeğe alan devletli anlayışın, her zaman pimini çekeceği bombaların bahanesi vardır. Hele pimi çekilenlerin “vatan sağ olsun”, “padişahım çok yaşa”, “devletimden şikâyetçi değilim” gibi sözler ağızlardan dökülüyorsa, işler daha bir kolay olur. Kim bilir, öldürülmek için şekerleme yapmaya gerek kalmayabilir.
Şiir tetikte gider.
Artık kalın Türk olarak yaşayabilirsiniz bayım!


(Radikal Gazetesi, Kasım 2009)
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=961559&CategoryID=83

Türkiye'nin Kötülükler Fotoğrafı vicdanlı, sahih entelektüeller tarafından deşifre edilir...

Hasip BİNGÖL


Cumhuriyetin üzerine inşa edildiği söylem ve zeminin, az bir zaman sonra tersi durumla tebarüz etmesi, süreçte ‘okumuşlar sınıfının’ durdukları yer, bu topraklarda ne türden ‘aydın’ın ‘kabul göreceği’nin de habercisi olmuştur. Dolayısıyla devlet, makbul/memur aydınları vasıtasıyla, kimi zaman din sosuna bandırıp bezediği Kemalist ideolojinin bütün münkir, antidemokratik, asitli fotoğraflarını örtmeye/yırtmaya çalışmıştır. Kimi zaman yırtılan fotoğrafları birleştirmeye çalışan “sahih entelektüeller” çıksa da, darbe ve muhtıralarla hizaya getirme ayinleri icra edilmiş. Zira baştan itibaren örtülmeye çalışılan “şey”, ceberut ve militarist olarak tasarlanan, vicdan, hak ve adaletten uzak ulus-devlet projesidir. Öncelikle devletin din soslu fotoğraflarının bir yanılsama olduğunun farkındalığına varmamız gerekir, kanısındayım. Türkiye’nin kötülükler fotoğrafı vicdanlı, sahih entelektüellerin çabalarıyla deşifre edilir ve yüzleşirsek, o vakit meseleler hakkında doğru perspektif geliştirilebiliriz. Kürt sorununa ilişkin kanaatlerimizi, Türkiye’deki entelektüel tavrı uzak tutarak konuşamayız. Sorunların tam da buradan kaynaklandığını düşünüyorum.
Ulus-devletin kendinde mündemiç dışlayıcılığı ve inkârcılığı, Kürtleri ve Kürt Sorununu ‘muteber vatandaşı’ nazarında nasıl görülmesi gerektiğini de hesaba katmaktadır. Bu, asla göz ardı edilmemesi gereken bir husus. Buradan hareketle, Kürt sorununun silahların gölgesinde/tehdidinde konuşulduğunu, Kürt entelektüellerin bu sahadan uzakta bir konuşma yahut uzlaşı alanı oluşturmakta zayıf kaldığı söylemini problemli buluyorum. Bu söylem, sözünü ettiğim kötülükler fotoğrafındaki illüzyonun bir parçasıdır. Kemalist jakobenizm ve militarist zihniyetin Kürtlere biçtiği “şiddet imajı” her defasında tedavüle sokularak, inisiyatiflerin önüne set çekmiş. Öyle ki ‘muteber vatandaş’ının nazarında da Kürtlerin şiddetle yan yana ve birlikte anılmasını, özdeşleşmesini arzulayan Cumhuriyetin nation building projesi, her defasında etkin ve inisiyatif almaya çalışan Kürt entelektüelleri aynı gadre uğratmış. Görsel ve yazılı medyanın da geliştir(eme)diği dilin şiddeti derinleştirmesi, keza sorunların çözümüne ilişkin perspektif geliştiremeyen birtakım nöbetçi makbullerin, “aydın” sıfatıyla sürekli görünür kılınması, giderek zemini kayganlaştırmıştır. Böylece medya da, Ulus İnşası projesine payına düşen katkıyı yapmış, şiddet dili ve söylemini Kürt entelektüellerin çözüme ilişkin proje ve önerilerine tercih etmiş, onların etkinliklerini örtmüştür.

(Gerçek Hayat Dergisi)
Soruşturma, Açılım-Barış-Kürt Sorunu

İş Hâli