Sunday 10 November 2013

Kadın, Azap ve Arya*

Hasip Bingöl



Bir sözün gerisinden söylenmeli
vücudumu sarsan o harfe işkillenen kadın.
Her arzu sustur ömrümün. Bir riyada heba
etsem kendimi ve gizlesem
o kadının gözlerinde,
hangi adalet urbasıyla…
Sus, gözleri zerrelere bölünemeyen.

Sendin denizin gözleri olmaz diyen yetim
her vehim ki içimde kırılgan yorum.
Ne gece ne gündüz, tüm kuyular kör
ve duaları dilsiz bir tarih, payıma
şarap ve mahsul. Seferî kıyametlerden
her hesap kendine…

bir masanın damarlarına sustum!


Dedim, nerde
kıblesi olmayan imparatorluk!
Gözkapaklarım açılmadan
çıktığım tüm burçlardan kovuldum.
Geride muharref devlet bakiyesi
sesleri ateşe veren sözler.

Aynı yer ve her gün;
bir kez olsun bakışımsız geçmedi
tarifsiz tutkuyla hülya hesapları.
Eski zamanları eksik say, dön bu benim
maceram diye. Saray avlularında
kaç padişah iğdiş…

Bir kadın ne olabilir ki kendi dünyasından öte?

–dedi, bu benim kutsalım


*Poeta non Grata, İkaros Yayınları, s.81-2

Saturday 9 November 2013

BİR CEZAYİRLİNİN SON SÖZLERİ*


Hasip Bingöl




Son sözlerim değildi tayları ürküten,
yüzüme çalınan yazgının kibri!
Güzelliğine dön ve yüzün bir ayet gibi çarpsın.
Varsın kırıl, üzül, kahret kendini ne fark eder
nasılsa günün birinde terk edeceğim
bırakacağım seni öylece.
Bildiğim ve inandığım her şeyi alıp yanı başıma
seni öylece…

Dönüp yorgun kısraklardan
bir rüya olsun!
Bildiklerim tuhaf değil mi yaşamak için…
Belki inançlarım, yanılgılarım.
İnsan isterse girer düşüne
incir ağacının ve dikenlerin.

Söze buradan başlasam, uğultusuz nehrin ziyanı
hesaplanır, taşların sürüklendiği azgın sulardan
kadınlar gebe, imparatorlar zaaf içinde kalır.
Öldür kendini, şifasız yaralarına aldanma
İnsan bilmeyi ister içindeki oylumları.
Kahırla çoğalan kelamı nasıl seversin,
bu sözlerdi fısıldanan kulağına!

Hesapsız değil artık hiçbir şey,
gözlerimin erken sevdiğidir ah o gül
sevinebiliriz yalnızken hem nasılsa
nasılsa melankoli nasılsa öğrendik
değişeceğini haritaların.

Her eğrinin rengi başka matemi başka!

Ey tüm düşüncelerden tenzih,
ey tecellisi kulları mesabesinde olan!
Suskunluğum surettir acziyetime
Ben ki arz ettim
Aldır dergâhına!


[*DUVAR dergisi 3. sayı, Temmuz-Ağustos 2012]

Saturday 12 October 2013

Hesaplaşma olmadan hesap kapanmaz

Dünyanın bütün iyi şeylerini kendisi yapmış gibi sevinç duyanlardan... Mehmet Aycı, Hasip Bingöl'ü yazdı...




Mehmet AYCI*

AŞİKÂR TANIK

Sanki beyaz bir çocukmuş da, yaşadıkları, gördükleri esmerleştirmiş gibi bir izlenim uyandırıyor insanda. Saçları düzmüş de ağıtların, içinde acı barındıran gökkuşaklarının, bulutların hatırına kıvırcıklaşmış gibi…  Üzerine aldığı, zihnine aldığı, aklının erdiği ve aklından geçen şeyleri de esmerleştiren, soylu kılan, saygın kılan bir tarafı var. Bir şey söylerken, bir şey yazarken, bir şeye bakarken o kadar dikkatli ki, aniden söylemiyor, sadece aklının süzgecinden de geçirmiyor, yüzünün imbiğinden geçirerek söylüyor, bakıyor, yazıyor… Gülümsemesi de temkinli… Bu temkinli oluş bir resmiyet, bir soğukluk değil, tersine, varsa resmiyet ve soğukluk bunu nasıl ayıklayarak, nasıl içselleştirerek eritirim çabasından ibaret.
Kendiliğinden olan, doğal olan, doğal ve kendiliğinden olana akraba olan her şeye karşı ilgili… Bundan, zorlama, düzmece, sahte olana da ilgili olmak durumunda… Her türlü baskının, sapmanın, insan kimliğimize giydirilen modern elbiselerin, kimliklilerin açtığı yaraları kendi çocukluğundan biliyor. Hesaplaşma olmadan hesabın kapanmayacağını biliyor. Hesaplaşma nasıl insani bir şeyse, o kadar ilahi bir şey onun için… İnsani olmayanın ilahi olmayacağından hareket ediyor. Dayatılan özgürlük, dayatılan adalet, dayatılan tanımlı hayat bilgisi ve vatandaşlık bilgisine karşı, müstehzi olmayan ayırıcı bir gülümsemenin sahibi…
Birkaç dilde kendisini ifade etme mecburiyetinden olacak, zihninin gözenekleri alabildiğine açık… Değerlendirmelerinde ve yargılarında boşluk kabul etmeyen bir sağlamlık var. Muhalifliği, sıra dışılığı, aykırılığı aktüel olandan uzak, aktüel olanı da kapsayan geçmişe ve ileriye dönük bir tavrı var.
Ezilenlere, dışlananlara özgü, o pek tasvip etmeyeceğimiz, elbette yaşanmışlıktan kaynaklanan aşırı nezaket ve güce günü kurtarmaya yönelik prestij hali onda pek yok. Dobra ve tok sözlü oluşu, her iki sözcüğün olumsuz çağrışımlarını da eriten bir dobralık ve tok sözlülük…
Yakışıklı… Gözlerine bakıp, tanrım, binlerce gözüm olsaydı, ellerine bakıp tanrım binlerce elim, olsaydı, dilini aynalara çıkarıp tanrım binlerce dilim olsaydı, kaderdaşlarımın acılarına daha fazla tanık olsaydım onlar için daha çok yazsaydım, söyleseydim, yardım etseydim diyenlerden…
Dünyanın bütün iyi şeylerini kendisi yapmış gibi sevinç duyanlardan… Dünyanın bütün acılarına kayıtlı…

Hasip Bingöl bu, kardeşimiz.
 Sadece Bingöllü değil bin gönüllü olanlarımızdan…
Edebiyat muallimi, şair…
“Kayıp Tablet”in kâşifi…
Pek çok dergide yazdı, yazıyor.
Yüzü Tanrı’nın bağışladığı bütün adların muhasebesini tutuyor. Böyle biliriz.

*Şair, yazar  http://mehmetayci.com.tr/index.php/di%C4%9Fer-yaz%C4%B1lar/763-hasipbingol.html

Tuesday 6 August 2013

Hakikati kalbinden ve kaleminden kovan şuara ve muharririn günahları saymakla bitmeyecektir

KACAKYOLCU.com sordu:

"Genel bir soru(n) olarak 'biz şair ve yazarlar nerede hata yaptık?' "


“Hakikati kalbinden ve kaleminden kovan şuara ve muharririn günahları saymakla bitmeyecektir.”

                                                                                             Ayînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
                                                                                            Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”

                                                                                                  Ziya Paşa

Yazmanın kendisi bizatihi söze karşı bir hata bir kusurdur. Yazmayı, konuşmaya açılmış bir savaş olarak yorumlamak, sanırım hata olmayacaktır. Zira konuşma dediğimiz şey, bir mahlûk olarak insanın ontolojik tarafına tekabül eder. İnsanın en anlamlı yanı olan sözü yerinden eden yazının banileri olarak biz şair ve yazarlar, salt söze karşı değil aynı zamanda hayata karşı da mahkûmuz. Çünkü yazı, söze dair bütün bir birikimi ve anlamı massetmeye meyyal, hayata dair ne varsa mütecemmid kılan, onu kendine yontan ve yutan emperyalist bir eylemdir. Hâlbuki kelimelerin temeli sözlü iletişimde yani sözde karşılık bulur; buna karşın yazı kelimeleri görsel boyuta hapseder. Yazık ki yazı ve söz arasındaki ilişkinin hakikati bu olmakla beraber, emperyal bir eylem olarak yazı zihinlerde kutsal bir karşılığa denk gelmektedir. Bu durumu göz ardı etmek mümkün değil. Öyle ki kültürel bağlamda yazı, mukaddes bir ‘şey’ olarak karşımıza çıkmakta, hatta ilişkilerimizi belirleyen aracın amaca tebeddül edilmiş halidir diyebiliriz. Belki irdelememiz gereken mesele, bizatihi yazı değil, yazının etrafında oluşturulan ‘bulutsuluk’ ve dolayısıyla ‘tılsım’dır. Çünkü yazı/şiir sahih ve hakikat zemini üzerine inşa edilmediğinde, sözü ve geçmişi tüketen, onu yerinden eden bir şeye dönüşecektir. Biz sözün köpeği şair ve yazarların hataları tam da burada başlıyor kanımca.

Hakikati kalbinden ve kaleminden kovan, sözü muhasara edip camid kılan, salt estetize yanıyla uğraşan şuara ve muharririn günahları saymakla bitmeyecektir. Âdem’in fırlatılmışlığından nasipsiz, payına düşen hataların idrakinden ırak olanların, yeni hatalarla varoluş sahnesinin yükünü ağırlaştırmaları ironik bir duruma tekabül eder. Her şeyden evvel, kendine itibarı, inancı ve güveni olmayanların büyük ‘kurtarıcı’ edasıyla poz kesmeleri, çağımızın olmasa da üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bir hastalığı ve ironisi olsa gerek. Bu davranış biçimi, yani müseylemetül-kezzâb temayülü, maalesef kalem erbabının arasına mesafe koyamadığı bir haslet olagelmiştir. Dağın anlamından bihaber olup küçük dağların yaratıcısı olmaya soyunmak yoksa nasıl izah edilebilir.
Çıktım erik dalına/anda yedim üzümü.


Tuesday 28 May 2013

HAKİKAT VÂİZİ YAHUT TRAJİK BİR KOMEDYEN OLARAK AYDIN

Hasip Bingöl


Herhangi bir mevzunun etraflıca anlaşılabilmesi çoğu zaman için bir sorunsal olup katmanlı bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu katmanlılık, kimi zaman mevzunun mahiyeti ve/ya kendisinden kaynaklanabilirken kimi zaman bizatihi meseleyi irdeleyenin perspektifi, niyeti, dünya görüşü, vermek istediği mesaj yahut meseleyi kurgulama biçiminden kaynaklanabilir. Buna okurun ilgisi, konuya yaklaşım biçimi ve/ya “niyeti” eklendiğinde giderek içinden çıkılması zor bir durumla karşı karşıyayız demektir. Bu nedenle çok boyutlu olarak tebarüz edebilecek meseleleri vuzuha kavuşturmak pek de olanaklı gözükmemektedir. Sözünü ettiğim çok boyutlu, katmanlı, üzerinde çokça tartışmaların yapıldığı ve izah edilmesi güç kavramlardan biri de kuşkusuz “aydın” kavramıdır. Denebilir ki aydın kavramını irdelemeyen, deşmeyen aydın yok gibidir. Peki, aydın kimdir, nedir? Sıfatı kendinde mündemiç bir füsunkâr şahsiyet yahut kıymeti kendinden menkul bir kâşif-i esrar mı? Yoksa bir vaiz-i hakikat veya hakîm-i mutlak mı? Bir yazının sınırlarını aşan ve netameli olan aydın ve onun etrafında dönen meseleleri, üzerinde mutabık kalınan ve aydının doğasında içkin anlamlardan hareketle, hakikat vaizliğinden profesyonel danışmanlığa terfi edişindeki(!) anlamsal boşluğu, daha ziyade memleketin cemiyet ve sanat/edebiyat ahvali çerçevesinde irdelemeye çalışacağım.

(...)


devamı...

"HAKİKAT VÂİZİ YAHUT TRAJİK BİR KOMEDYEN OLARAK AYDIN" isimli yazı, EDEBİYATTA ÜÇ NOKTA dergisi, 9. sayı, s. 85-88'de "Nereye Gitti Bu Aydınlar" dosyasında neşredilmiştir.

Wednesday 15 May 2013

HAVOC


Hasip Bingöl






They were the times I feelt the distress there
as the places touchedby the wet laughter
were sinking like nightmares
drenching suns hit brazenly on my temples.
suicides left ajar in order to relieve the night
are missing. Every time I got startled by the bold,
and invigorating my soul type of scream of the night.
With incomplete report I leaned on the lust of the coffin.
I just was caught by the whimper of a blind…

O the horse with popped out eyes blinding fears,
In the world of the blind, justice
Seems to be a raven with its wings open.
Oh my God, before giving the testicle of the fears a wring
Make us weep through a lust smelling cry of a blind!

There is no sign of the mihrab (atlar) from which I was dismissed
The sob of the voices sounds to be a vibrating perforated ladle.
Look at these of countless cases of ignorance,
Why are you singing so far away from all appeals?
So much patience, this much rage, how weird
How strange is to raise a language through songs?

You are not a swelling sea anymore
Go and yield yourself to all these cries
You are a defect of an exhausted surgeon… do recognize it!


Translated by Mesut Senol

****

ZİYAN



Acıyı duyumsadığım zamanlardı
ıslak kahkahaların değdiği yerler
karabasan gibi çökerken
sağanak güneşlerdi vuran hayâsızca şakaklarıma.
Geceyi dindirmek için kapısı aralanan intiharlar
eksik. İrkildim her defasında beni arsız,
beni yaşaltan gecenin çığlığına. Eksik tekmille
yaslandım bir tabutun şehvetine.
Bir körün ağlaması tuttu beni…

Ey korkuları kör eden gözleri fırlamış at,
kanatları açılmış kuzgundur 
körler dünyasında adalet.
Tanrım, korkuların hayâsı burulmadan
Bir körün şehvet kokan ağlamasıyla ağlat!

Hiçbir işaret yok kovulduğum mihraptan
Seslerin hıçkırığı titreşen bir kevgir.
Bak bu kaçıncı yok sayılmalar,
tüm çağrılardan uzak şarkı tutturmamız neden?
Bunca sabır, bunca öfke, ne tuhaf
Ne tuhaf değil mi bir dili şarkılarla büyütmek.

Artık kabaran bir deniz değilsin
Git kendini bırak tüm ağlamalara

Yorgun bir cerrahın hatasısın sen… bil!

[Üç Nokta Edebiyat Dergisi, Mart 2009]

Friday 26 April 2013

“Yandım sana baktıkça içimden”

Hasip Bingöl ile Hâfız Burhan hakkında...



http://buyukkeyif.com/hasip-bingol-yandim-sana-baktikca-icimden/4744

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=YSuHKx_3oyE


Hâfız deyince, bir şair olarak senin aklına İran şairi Hâfız mı geliyor, yoksa Hâfız Burhan mı mesela? Hâfız senin için neyi çağrıştırıyor asıl?

Kuşkusuz, şeksiz ve şüphesiz Hâfız-ı Bozorg (büyük Hâfız) nâm ile meşhur Hâce Şemseddin Muhammed Hâfız-ı Şirâzî gelir aklıma. Öyle ki zihnim neredeyse lafz-ı hâfızı, Hafız-ı Şîrazî’ye hasretmiştir diyebilirim. Bunu saklama gereği duymuyorum. Zikretmekle telezzüz ettiğimi, hazz aldığımı söylemeliyim. Bir bakıma şiir bende Hâfız ile başlar. Hatta şiirden laf açılınca, ne yapar eder bir şekilde sözü Büyük Hâfız’a getiririm. Çünkü O, bende söz’e denk gelir. Her ne kadar Sadî-i Şirazî ile Hâfız-ı Şirazî her ikisi de Şirâz ile özdeşleşmiş olsalar ve yine Hâfız-ı Şirazî pek çok gazelinde Şeyh Sadî-i Şirazî’nin büyük oranda tesiri altında kalmış olsa da, Hâfız hep adımlarca önde olmuştur. Hâfız-ı Şirâzî belâgat, fesâhat, sanatkârane ve sözü yerli yerinde kullanmadaki olağanüstü gücüyle haklı bir şöhrete sahip olmuştur. Öylesine büyük bir şöhret, öylesine ustalıklı bir deha ki şöhreti sınırları aşmış ve ebedi bir mertebeye vasıl eylemiştir. Ta kıyamete dek bu böyle inanılır’a denk bir şiir mirası inancı. Zira Hâfız, söz hünerinin gerçek erbabı, hakikat sathında sözün temsilkârıdır. O, Wolfgang Goethe’ye tılsımın perdesini aralayan kâşif-i kalptir. Rivayat-ı hakikat ki Divân-ı Hâfız, Mushaf-ı Kebir ile beraber hıfzedilen, muhatabını dereke-i tabula rasadan mertebe-i mirac-ı mahfuza yücelten hürmete layık bir kitaptır. Hal ve hakikat nazarımda da böyledir. Bu sebepledir ki Söz, bende Hâfız-ı Şirâzî’ye denk gelirken Ses Makber’in eşsiz yorumcusu Hâfız Burhan’a denk gelmektedir.

Üstadın hangi eserini ötekinden ayırırsın? “Makber” sence de deha ürünü bir eser midir?

Makber hep başka bir şekilde gelip dayatmıştır kendini. Kelimenin gerçek anlamıyla dayatmıştır diyorum. Üstadın ses verdiği, sesiyle can verdiği her bir eserini, kendim için kıymetli buluyorum. Lakin Makber bir başka. Belki de onu başka kılan o eşsiz icranın yanında Abdülhâk Hâmid’i bahusus Fatıma Hanım’ı telmihlediği içindir. Yine Uşşak makamında söylediği bir Rumeli icrası var ki, “Söyleyin güneşe bugün (aman) doğmasın/ Nazlı yar geliyor, benzi solmasın aman” benim için bir başka hoşluk. Makber’in alabildiğine içine çektiği keder ve hüzün dünyasından çıkarıp bambaşka bir dünyaya sevk ediyor. Neşeyi ve kederi aynı anda aynı sözler ve aynı tınıyla o kadar çok derinden hissettiriyor ki, muazzam bir şey. “Sürmelimin kaşlarına nailem/ Ayda bir selamı gelse kailem” Ağlamaya hazır bir gülümseme barındıran naiflik ve çocuksuluk kokan bir dünya. Yine bir başka önemli eseri “Adalardan bir yar gelir bizlere/ Aman Allah gözlere bak gözlere/ İpek çorap varsın düşsün dizlere yallah” pek bir lezzetlendiğim icralarındandır.

“Bir Gönülde İki Sevda Olamaz/ Biri Şirin birisi Leylâ olamaz”, “Gerçi Bilirim Kurtulamam”, “Şeb-i Hüznünde Hayalinde”, “Evvelce Hüdayı Tanımış Olmasa Gönlüm”, “Çargâh Gazel Tempolu” gibi pek çok şarkı ve gazelleri bıkıp usanmadan defalarca dinlediğim ve dinlenesi icralardır.

“Konuşmaktan çekinmek” demiştin. Neden Hâfız Burhan üzerine konuşmaktan çekiniyoruz dersin?

Evet, şöyle izah etmeye gayret edeyim. Doğrusu hafız tekniği dediğimiz “usulü”, pek çoğumuz ya bilmeyiz yahut kıyısından köşesinden biliriz. Büyük bir geleneğin üzerine inşa edilmiş bir şeyden söz ediyorum. Belki Kur’an hafızlığından daha kadim; ancak bize Kur’an-ı Kebir ile tevarüs eden bir şey. Sözü melodik olarak hıfzetmek. Muazzam bir şey olsa gerek. Söze ve sese sadakat. Kuşkusuz “hafız” sıfatı gelenek içinde Kur’anî bir şey ve ifade edildiği yerde bu telmihi daima yapar. Hafız Burhan’ı farklı kılan şey ise gelenek içinde, belki de yüz binlerce hafıza nasip olmayan “sesin kaydına” denk geldiği bir zaman diliminde yaşamış olması ve o eşsiz icralarının bizlere ulaşmasıdır. Kim bilir kayıt öncesi dönemde belki de Hafız Burhan’dan daha muazzam sesler gelip geçmiştir. Lakin nasibimize Hafız Burhan düşmüştür. Bu satırlar, rızâ-yı kebir ile nasibime sâdık kaldığıma istirham-ı beyan ola! Ne güzel nasip değil mi?

Hafız Burhan, medrese tecvidinden kalma aşîr okur gibi okuyup bıyık altından gülümseten bir hafız olmayıp; âteş hâlesinin çevresinde dönen, giderek âteşle mesafesini tüketen ve âteşe vâsıl olup yanan pervanenin kendinden geçtiği sûrette kendinden geçen bir mest-i harâb, bedeninin her zerresi ile musiki icrasına eşlik eden, hakikate ses vererek sesi hakikate dönüştüren büyük bir ahenk ustası, icracı ve musikişinastır. İşte tam da bu noktada Hafız Burhan’ın eşsizliği karşımıza çıkıyor. Kendi dönemi ve sonrasında hafızlığının sanat yönünü icra etme imkânı bulan yüzlerce hafızdan üstün o muhteşem yorumuyla karşımıza çıkıyor.

Konuşmaktan çekinmek ifadesini evet, bütün bunları hatırda tutarak ve farkında olarak kullandığımı söylemeliyim. Zira Hafız Burhan’ı ister teknik, ister usûl isterse hissî olarak, hangi yönüyle yazarsak yazalım hep eksik bırakacağız, noksan ifade edeceğiz diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bunu bana söylettiren biraz da şu sözlerdir. 1867-1932 yılları arasında yaşayan Hafız Şaşı Osman Efendi’nin uşşak makamında söylediği ve Tanburî Cemil’in eşlik ettiği “Her zaman bir Vâmık-u Azra olur âlem bu ya/ Nev-be-nev efsâneler peydâ olur âlem bu ya” meşhur gazelinin sonunda Mesut Cemîl’in söylediği: “Aziz dinleyiciler! Pek kıymetli bir musiki muhibbi olan muhterem bir zat, bir dostum bana demişti ki bir gün: Bazı musikişinasların sırtına makam biner, onun altında ıklıya sıklıya yürürler kan ter içinde. Öyle musikişinaslar da vardır ki onlar makamın sırtına binerler ve yürüyüp giderler.” sözüdür bana Hafız Burhan hakkında konuşmaktan çekinmemize sebep dedirten. En azından kendi adıma bu çekinceme şerh düşmek durumundayım. Hafız Burhan, bu sözde bahsedilen ikinci kısım musikişinaslardandır. Yani makamın sırtına binerek yürüyüp giden, bu edasıyla gönüllerimizi bir kuş misali uçuran hakikî bir musikişinastır nazarımda. Bunlardır ve daha niceleridir her daim Hafız’ı anlatımda nakıslık hissiyatı ve endişesi yaratan.

Onunla birlikte andığın, içinden geçen başka kimler var geçmişten müzisyen olarak?

Önemli, dinlemekten lezzet aldığım icracı hafızlar elbette söz konusu. Hem de sayısızca. Birkaçını zikretmek lazım gelirse: Hafız Kemal, Hafız Saadeddin, Hafız Şaşı Osman Efendi, Hafız Burhan, Hafız Aşir, Hafız Osman, Hafız Ahmed, Hafız Sami, Hafız Yaşar, Hafız Memduh, Hafız Mecid, Hafız Saadettin Kaynak, Bahriyeli Şehab, Celal Tokses, Münir Nurettin Selçuk, Hafız Kâni Karaca gibi kıymetli pek çok gazelhan, mevlithan ve sanatkârların kayıtları günümüze ulaşmış ve dinlemekten büyük bir keyif alıyorum.

Bir de hafız geleneğinin yanında ancak kültür hafızı olarak adlandırdığım, halk musikisinin önemli icracılarından Burdurlu Hafız Rıza Yeğin, Elazığlı Hafız Osman Öge, Zaralı Halil, Urfalı Tenekeci Mahmud, Bekçi Bakır, Seyfettin Sucu, Şıh İbrahim, Kazancı Bedih, Diyarbakırlı Celal Güzelses, Malatyalı Fahri Kayahan, Davut Sulari, Mahsuni Şerif, Muhlis Akarsu, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Ali Ekber Çiçek, Ahmet Yurt Dede, Erkan Oğur ve daha nice müzisyenler geçmişten bugüne bu halkaya ve hayatıma dâhil oldular, oluyorlar.

Elbette sesiyle olmasa da besteleriyle dinlediğimiz eserlere hayat veren Buhurizade Mustafa Itri, Dede Efendi, Zekai Dede, Hacı Ârif Bey, Tanburî Cemil Bey, Onnik Ağa, Kemani Sarkis Efendi, Tatyos Efendi, Boğos Hamamcıyan, Vasilaki Efendi, Manok Ağa, Karabet Efendi ve daha nice bestekârlar kulaklarımıza bu zevki fısıldamışlardır.

Bütün bu külliyatın oluşmasında her bir musikişinasın katkısı had safhadadır; lakin Hafız Burhan nedense, hemen diğer bütün hafızlardan ve icracılardan her zaman farklı ve hep ön saflarda göz kırpar, sesiyle, tınısı ve tavrıyla daha çabuk tesiri altına alır beni.

Soyadı beni çok ilgilendirdi hep. “Sesyılmaz” oluşu ne hissettiriyor sana?

Cumhuriyet ideolojisi hep tuhaf bir yanıyla karşımıza çıkıverdi. Geleneği hiçleştiren anlayışını asla terk etmedi. Tepeden inmeci, buyurgan, redd-i miras bir huy edindi. Hangi birimizin “soyadı” gerçekten “soyadı”dır. Hiçbirimizin. Soyadları benim için hep bir mizah konusu olmuştur. Ötesine de geçemez. Hoş, “Sesyılmaz” Hafız Burhan’ın sesinin hakkını vermede ipuçlarını vermiyor değil. Lakin çok da umursadığım bir şey değil. “Soysuz” soyadlarıyla varsın benden ilgi görmesin.

Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir haclegâhe
Bir haclegâhe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukanım ben

Wednesday 20 March 2013

KENDİNE İRCA EDEN ÇEVİRİ: TÎJBAZÎ

Hasip Bingöl


İki türlü şair vardır: Şiirlerini on sekiz yaşındayken yakan iyi şairler ve ömür boyu şiir yazmaya devam eden kötü şairler, der Umberto Eco. Her ne kadar Nurettin Durman ismiyle özdeşleşen, onu öne çıkaran, hatta neredeyse isminin önüne geçen şiiri Şeyh ve Ölümolsa da, bir toplam olarak Nurettin Durman şiirini genç, dinamik ve on sekizinde tutan ise Durman’ın hesabı kitabı yapılmış, ancak hesaba kitaba gelmeyen, Işık Oyunları isimli şiir kitabıdır. Araf, Mahşer ve Makam isimli kapılardan dâhil olunabilen üç hane ve her bir hanesi on birer mısradan bina edilmiş üç yüz altmış beş mısra yekûnlu kitap, biçimsel bakımdan bir hesaba kitaba gelirken, şiirin ve dolayısıyla şairin ruhsal atmosferi bakımından bir hesaba tabi tutulması zor görünmektedir. Işık Oyunları şiiri, şairini kuşatan bir şiir olarak okunabilmektedir. Şiirin ses tonu, ritmi, müzikalitesi, kelimeler arasındaki münasebet, söylenişteki rahatlık bir bakıma bu kuşatıcılığı sağlayan hususlar olarak dikkatleri çekmektedir. Hatta denebilir ki, Nurettin Durman şiirini İkinci Yeni şiiri ile adeta yan yanalaştıran, okuyucuyu İkinci Yeni şiiri ile karşı karşıya getirip buluşturan bir şiirdir, Işık Oyunları. Derin bir hüznün, kederin,  aşkın ve öfkenin toplamına denk gelen hayatların durmadan kanatıldığı, mevsimlerin gelmekte acele ettiği ve eksik yaşandığı bir mekânın ve zaman içinden seslenen bir şiirin fotosureti olarak karşımıza çıkar Işık Oyunları. Şehre ve şiire rızayı bari ile salınır o mübarek ve lahuti nefes! Büsbütün olarak herhangi bir dil’e karşılık gelmese de, için’de ol! denilen, içine fırlatıldığı ve içinde boy verdiği sesin, tınının ve dahi dilin rengidir Durman şiiri.

Bütün bu söylediklerim ve elbette söyleyemediklerim dolayısıyla Nurettin Durman’ın Işık Oyunları’nı onun içine doğduğu, onda kün sırrına mazhar olduğu, “Bir şey var ki çok kıskandığım, Zazalık, Cemal Süreya’dan sonra en çok ona yakışıyor”u kulaklarımıza fısıldayan Metin Kaygalak’ın sözünün esrarıyla, zahirine aldandığımız; ancak aidiyetini ruhunun derinliklerinde barındırdığı dile, Zazaca’ya çevirmek, âcizane bizlere nasip oldu. TÎJBAZÎ ismiyle okuru selamlayan Işık Oyunları’nın Zazaca çevirisinde muhakkak ki çeviriden kaynaklı kusurlarımız söz konusudur. En iyi çeviri, yüzde seksen hatalıdır, diyen Roland Barthes’in fikri ortada iken, çevirimizin mükemmel ve noksan olmadığını söylememiz söz konusu olamaz. Ancak, hataları minimize etmek için çeviriyi uzun bir zaman dilimine yayma yolunu tercih ettim. Üç dört yıla yaydığım çeviri, farklı zamanlarda ve neredeyse her defasında yeniden çevrilmiş oldu. Fakat çeviride işimi kolaylaştıran yegâne husus şu oldu. Işık Oyunları şairi, her ne kadar Zazaca’yı unutmuş olsa da, onun şiirinin ruhsal yapısı dilsel bakımdan Zazaca’dır. Türkçe okuduğumuz “Işık Oyunları”, ruhunun derinliklerinde, anlam katmanlarında, karşımıza Zazaca olarak çıkmaktadır. Bu da, çeviride bir bakıma kolaylığı sağlayan husus oldu. Öyle ki, neredeyse bir metni, yeniden kendisine çevirmiş olduk.

Wax sarê mi rê wax sarê mi rê
Mi çi qeza-bela ardi sarê xu ser
Bêela-bêbela mi çi gunêy kerdî
Eg ez çirron-kerbelon ra gêrawo a
Ini agêrayîş mi dest d’ nêbi
Mi nêzona çira aşq hendêk xuwarin u
Heyatê ma d’ ryeçon xirabinon verdeno
Ez nêeşkîyawo xu bînati ra kaşkerî vejî
Ini dej îna dusa min’a kî ez tera nêxelisyeno
Çi beno wa bibu mi pê na ᶜacizîya xu
Mi nefsê xu eşt binê lingonê xu
Ez omîyo dergahê tu.

(kîtab ra letêk/kitaptan bir parça)


Tîjbazî,
Tirkî ra Zazakî: Hasîp Bingöl
Işık Oyunları (şiir), Nurettin Durman
Erguvan Yayınları
Şubat 2012


 İZAFÎ Edebiyat Dergisi, Mart-Nisan 2013, Sayı:9

Friday 1 March 2013

NİYET VE İDEOLOJİ: SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİNDE ÖTESİNİ SÖYLEME DENEMESİ

Hasip Bingöl*

Şairin niyeti ile şiirin imlediği şey örtüştüğü oranda hakikatten ve sahihlikten bahsedebiliriz. Bu bahsedişi mümkün kılan şey beraberinde bir tartışmanın kapısını da aralar. Şairin hakikat habercisi, şiirin ise hakikat olduğu veya hakikat denilen şeyin neye tekabül ettiği? Bu ve benzeri soruları bağlamda çoğaltmak mümkün. Soruları çoğaltmak yerine, bu türden soruları imleyen zihinsel aktivasyonların, söz konusu tartışmayı daha anlaşılır kılacağı kanaatindeyim. Zira metnin yaratıcısını dolayısı ile yazar/şairin niyetini metinden ayrı görmek bir problem olmanın yanı sıra başka türden durumları tebarüz eder. Bu noktada Roland Barthes’in sözünü ettiği “yazı üstüne yazı” yahut “söylem üzerine söylem” fikri bir sorunsal olarak karşımıza çıkar. Dışarıdan bir gözün ve zihnin, yaratıcısını terk eden metinle kurduğu ilişkinin oluşturduğu anlamdır söz konusu olan. Artık yazarın niyeti ne olursa olsun, okuyucu(lar) kendi anlamlarını üretmektedir. Böylece yeni bir şey ortaya çıkmakta, bu yeni şey, yaratılan metnin dışında, okuyucunun (buna eleştirmen de diyebiliriz) yarattığı metindir. Başkasının ürettiği anlam olarak bu yeni şey, eleştirel üst-dil olarak da tanımlanabilir. Sözünü ettiğim durum bir paradoksal olup, bu paradoksallık şairin niyeti ile metnin imleyeninin hakikat ve sahihlik dediğimiz örtüşen ile şairden ve metinden bağımsız gerçekleşen, söylem üzerine söylem’de tezahür eder.
Bu yazıda Sezai Karakoç’un Ötesini Söylemeyeceğim şiirini, genel olarak, sözünü ettiğim şair ve şiirin niyeti ile okurun metinle ilişkisinde inşa ettiği/edilen söylemin hakikat ve sahihlikle hangi anlamsal çerçevede karşılaştığına eğilmeye çalışacağım.
(...)

(devamı....)
Varlık dergisi, Şubat 2013 sayısı

Wednesday 2 January 2013

Herkes Bir Taşın Kalbine Yaslanır Günün Birinde!

Hasip Bingöl




(...)

Türkçe edebiyatın baskı görüp görmediğini doğrusunu isterseniz bilemiyorum. Böyle bir baskının olduğunu da düşünmüyorum. Şayet özgürlük meselesi çerçevesinde soruyorsanız, bunu anlarım. Hoş, ulusalcı/milliyetçi çevrelerin Türkçe edebiyat ifadesinden pek hazzetmediklerini hatta bu ifadelendirmeye karşı ciddi önyargılar beslediklerini biliyoruz. Her şeyden önce Türkçe edebiyatın da “etnik edebiyat”a tekabül ettiğini belirtmek gerek. Zira her dil bir etnisiteye vurgu yapar. O sebeple Türkçeyi etnik’in dışında bir yerde konumlandıramayız. Meseleye buradan bakmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Konuyu bu noktadan irdelediğimizde, kuşkusuz karşımıza edebiyatın problemleri çıkar. Edebiyatın problemleri nelerdir derseniz, doğrusu bu problemleri alt alta sıralayacak kadar meseleye vakıf olduğumu söyleyemem. Ancak denebilir ki edebiyatın en büyük ve yegâne meselesi, günümüzün kapitalist dünyasının ifadesiyle “müşteri” yani bizim “okur” dediğimiz meselesidir. Ne yazık ki okurdan çok yazarın olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Adeta okumaz-yazarlar çağı. Toplam okurdan edebiyata zaten kaç kişi düşüyor ki! Resmi dil Türkçe edebiyatın okur eksikliği yaşadığı bir yerde, hakkında tartışmaların eksik olmadığı “bilinmeyen diller”in okur bulması beklenemez. Cumhuriyet öncesi yazıyla ilişkisi çok az olan ve cumhuriyetle beraber üzerinden buldozerlerin geçtiği “etnik diller”de büyük bir edebiyat üretmek elbette zaman alacaktır. Dört başı mamur eserlerin adedi henüz istenilen miktarda olmasa da, her şeye rağmen son yıllarda başta Kürtçe olmak üzere Zazaca, Lazca, Çerkesçe gibi pek çok dilde ciddi mesafelerin kat edildiğini ve giderek iyi eserlerin bir toplam oluşturduğunu gözlemliyoruz. Bu dillerde üretilen edebiyatın okurdan nasıl bir reaksiyon aldığını yahut ilgi gördüğünü doğrusu bilemiyorum.

Devamı (...)

İzafi Dergisi, Aralık-Ocak 2012, Sayı 8


Etnik Edebiyat Üzerine...

İş Hâli