Thursday 11 February 2010

DEVLET ALBÜMÜ: PİMİ ÇEKİLMİŞ ŞAİR

Hasip Bingöl

Artık kimse içinde bir İsa’yla yaşamıyor. Hepimizin, her birimizin içimizdeki İsa’yı öldürmekten ruhu, yüreği ve sözleri nasırlaşmış. Bir yanağımıza atılan tokat’a diğer yanağımızı çevirmek, bir nostalji ve fanteziden öte bir anlam taşımıyor anlamsız ruhlarımıza. Öyle ki içinde hâlâ İsa’dan kıpırtılar taşıyanlarımızın çevireceği “öteki yanak” enayilikle, modern birey olamamakla bellenen ve yüzümüze vurulan bir utanç şamarı olmakta. İçinde yaşadığımız mekân ve zaman diliminin modern insanı, içimizdeki İsa’yı çarmıhlamayı vazeden, kendi egomuzu rahat yaşatabilmek için bir diğerinin yokluğunu kulaklarımıza fısıldayan, ruhu alınmış duygusuz bir makineden başkaca nasıl tarif edilebilir. Kabul edelim ki artık çoğumuz en kalın’ından bakıyoruz hayata, bizi ancak kalın’lıklar yaşatır, yarına taşır diye inanıyoruz. Hepimiz kalın yarınlara ihtiyaç duymak zorundaymışız gibi. İster trajedi diyelim ister trajikomik ne dersek diyelim artık çoğumuzun hülyaları ve rüyaları da kalın’laşmış. Bunca tahammülsüzlük, bunca hodkâmlık, yoksa başka nasıl izah edilebilir. Bu kötümser ve sisli manzarayı, her birimizin semavî bir vecd içinde yüzümüzü çevirebileceği ve sesinden ilhamlar bahşedeceğinin hayalini kurduğu; yalnızca sevgiliyi bekler gibi bir vuslat arzusu ve heyecanıyla beklediği sözün gerçek sahibi, ‘sözün köpekleri’ şairler ancak dağıtabilir. Peki, ya şairin duyguları da kalın’laşmış, nasırlaşmışsa? Ya şair ‘mızmızlık” yapar, toprak derdine düşer, “güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan/ dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar/ dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan/ Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar/ Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan/ eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar” diyen Turgut Uyar’a kör ve sağır kalırsa. Ya da şair, ille de devlete katkım olsun diyerek, “şair, devlete katkısı dokunmayan kişidir” diyen filozofa ihanet ederse. Böyle bir durumda kimse olmayan kimseler olarak kime çevireceğiz yüzümüzü, hangi bir söze vecd içinde yöneleceğiz. Tavrımızı ve tarafımızı kimden yana koyacağız, devletle şair arasında tercih ikileminde kalmak neden reva olsun. Elinde pimi çekilmiş bombayla devlete yanaştırılmak, taraf kılınmak ne kötü, hele bombanın pimini çeken şair olunca. Şair, devleti ancak bomba ile sevdirebilir. Tanrım şairin sevgisinden sana sığınırım. Böyle bir sevgiden koru bizleri!

“Ölümünüze yol açmak üzere olan bir hastalığa salt estetik bir ilgi duyamazsınız; boğazınızı kesmek üzere olan bir adam hakkında tarafsız olamazsınız. Faşizm ve Sosyalizmin birbiriyle mücadele ettiği bir dünyada, düşünen herkes taraf olmak zorunda…” der, George Orwell. Estetize edilmiş ve kutsallık kılıfı giydirilmiş acılarla, çatışmalarla, itaat ayinleriyle yaşatılıyoruz. Dört bir yanımız kutsalların işgalinde. Boğazımızı kesen, ateşe sürükleyen, pimi çekilmiş bombaları ellerimize tutuşturan militarist kafaya güzellemeler düzmemiz, canımızdan aziz bilmemiz, militarizmden yana tarafsız kalmamız, vatanı kutsamamız isteniyor bizden, durmadan. Padişahım çok yaşa! Bendenizin varlığı varlığınıza armağan olsun. Faşizmle Sosyalizmin çarpışmasında, hakikati mündemiç vicdanlar elbette sosyalizmden yana saf tutar, ona taraf olur. İki kere iki dört eder gibi. Dolayısıyla Orwell’ın önermesine vereceğimiz cevap son derece kolay olur bu noktada. Ancak şiirin tek başına masum olamayacağını, şairlerin de farkında olarak ya da olmayarak, bilerek yahut bilmeyerek faşist olabileceğini/olduğunu düşündüğümüzde, faşist devletle faşist şair arasında nasıl bir tercih yapacağımız, kimden yana tavır koyacağımız önermesi koca bir soru ve paradoks olarak yüzümüze çarpıyor.

Türkiye’de Yaşama Kılavuzu

Elazığ’da nöbette uyuduğu iddia edilen askere, teğmeni tarafından pimi çekilerek eline tutuşturulan bombanın patlaması sonucu hayatını yitiren dört askerin trajik ölümleri, akıllara ister istemez şair İsmet Özel’i getiriyor. “Sanat dili tek hakikattir. Sanatçı ise çoğu zaman kahrolası bir yalancıdır ama sanatı eğer sanatsa, size zamanının hakikatini söyleyecektir. Önemli olan tek şey de budur: Sonsuz hakikate boş verin.” der, D.H. Lawrence. Sanatın ve hakikatin dilinden uzak, kaba ve kalın duygularla kendinden geçen İsmet Özel bir söyleşisinde, “'Tuttuğu nöbet sırasında şekerleme yapan insanın kurşuna dizildiği bir Türkiye'de yaşamak istiyorum.” demişti. Öyle ki bu cümleyi kurduran duygu, bu düşünceyi besleyen ve vazeden kafa, salt kahrolası yalancı bir sanatçı deyip geçiştirilemez. Bu düşünceden neşet eden sanat, şayet zamanının hakikati ise sadece sanatçının yalancılığına şahitlik etmekle kalmayacağız; aynı zamanda nasıl bir süreçten geçtiğimizi, hangi şartların bizi amansız pençelerine aldığına/alacağına da tanıklık edeceğiz. Böyle bir durumda sonsuz hakikat kendiliğinden kayıp gidecektir.
Şiire ve hakikate bulaşmış bir vicdanın kaba ve kalınlığa yelken açması yeni bir şey olmasa da, yeni şeyler, iyi şiirler yazanların da kalınlaşabileceğini bize göstermektedir. Şiir ve devlet, ancak ontolojik bir çatışma ile kendilerine bir yaşam alanı oluşturabilir. Şiiri ve şairi yedeğe alan devletli anlayışın, her zaman pimini çekeceği bombaların bahanesi vardır. Hele pimi çekilenlerin “vatan sağ olsun”, “padişahım çok yaşa”, “devletimden şikâyetçi değilim” gibi sözler ağızlardan dökülüyorsa, işler daha bir kolay olur. Kim bilir, öldürülmek için şekerleme yapmaya gerek kalmayabilir.
Şiir tetikte gider.
Artık kalın Türk olarak yaşayabilirsiniz bayım!


(Radikal Gazetesi, Kasım 2009)
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=961559&CategoryID=83

İş Hâli