Saturday 28 January 2012

ÖZGÜRLÜĞÜ BENCİLLİKTEN KURTARMAK

Hasip Bingöl



Papirüs: 2000'li yıllarda yazılan şiiri tanımlar mısınız? Günümüzde nasıl bir şiir yazıldığını düşünüyorsunuz?

HB: Açıkçası, bu sorunun tek cevaplı olduğunu sanmıyorum. Birçok cevabının yanı sıra, her bir yanıtının da katmanlı olduğunu düşünüyorum. 2000’li yıllarda yazılan şiiri tanımlamadan önce, 2000’li yıllar ifadesini dolayısıyla kuşak kavramını kendi açımdan vuzuha kavuşturmak isterim. Bugün kuşak derken kastedilen ile benim kuşaktan anladığım, ona yüklediğim anlam ayrı şeyler. Kuşaktan kastedilen şeyin daha çok edebiyat tarihi bakımından bir ehemmiyeti söz konusudur. Ürün merkezli bir bakıştan ziyade, dışsal bir kategori daha çok. Bu bağlamdan hareketle bu türden tanımlamaların sıkıntılı olduğunu ve dolayısıyla bir toptancı anlayışa tekabül ettiğini düşünüyorum. Söylenen şeyi ıskalayan, dünyaya ilişkin tasarıları, düşünceleri, hissiyatı bir bütün olarak fikriyatı dışarıda bırakan, sırf zamansal tasniflenmeye dayalı bir okuma biçiminin edebiyatın nabzını tutmaktan uzak olduğu göz ardı edilemez. Edebiyat yahut bir bütün olarak sanatta kuşak kavramını yadsımıyorum; ancak sözünü ettiğim yaklaşımlardaki nakıslıklar nedeniyle kuşak denilen şeye olabildiğince mesafeli durmaya çalıştığımı eklemeliyim. Yine de “kuşak gerçeği” pratik bir gerçek olarak belki de eskiden olmadığı kadar diri ve dirayetle karşımıza çıkıvermektedir. Bu realiteyi görmezden gelemeyiz. Fakat kuşak anlayışı çerçevesinde itirazıma sebep olan, kuşak kavramı yahut tasnifi üzerinden edebiyat okuması yapmaktır.
Bu noktalardan olmakla, zamansal zorunluluktan ötürü az çok öznesi olduğum 2000’li yılların edebiyat ortamı, aslında bir bakıma şimdiye dek, aslında hiç olmadığı kadar çoksesli, hareketli denebilir. Cumhuriyet Türkiye’sinin varlığının meşrulaştırılması adına uluorta işlenen kötülükler, keza bir miras olarak İmparatorluk’tan devralınan refleksler toplamına yaklaşım biçimi ve buna karşı takınılan olumlu tavır henüz tam olarak omurgalaşmış olmasa da bu dönemin siciline düşülecek en kıymetli şerhtir. Öyle ki bu olumlu sicil şerhi, hiçbir dönemde açıkça konuşulmayan, tartışılmayan sorunların konuşulması adına son derece sevindirici. 2000’ler “kuşak” olmayı hak edeceklerse kanımca bu tavrın büyük katkısı olacaktır. Zira önceki kuşakların da sorunlara ilişkin perspektif geliştirdiklerini, kötülükleri görmezden gelmediklerini biliyoruz. Aksine haksızlık etmiş oluruz. Tümüyle olmasa da önceki kuşaklarda dikkatimi çeken husus, sözün daha sakınımlı dışa vurulmasıdır. Sesini şiirin estetiği içinde daha gür çıkartanlar yok muydu? Elbette ki vardı. Ancak içinde bulunduğumuz ve kuşak olmaya aday sürecin şiiri, bu sözünü ettiğim eksikliği bir imkâna çevirebilirler. Bunun olması, tavrın yanında daha sahih bir estetikle mümkündür. Bilhassa İkinci Yeni nispetinde bir estetik sahihlik.

2000’li yıllar, özellikle teknolojinin geliştiği, sosyal medyanın giderek ivme kazandığı, mesafelerin giderek kısaldığı bir dünyaya tanık kıldı hepimizi. Bu durum topyekûn hayatımızı etkilemektedir. Dünyanın bir ucunda olup bitenlerden anında haberdar oluyoruz. Bu da etkilenmeleri zorunlu kılmaktadır. Bu zorunluluk başta edebiyat olmak üzere sanatta karşılık buluyor elbet. Son dönemlerde Arap coğrafyasında olup bitenler, elbette edebiyatta, sanatta karşılık bulacaktır. Zorbalar, antidemokratik yöntemlerle iktidarını garantiye aldığını zanneden dikta rejim heveslileri, olup bitenler karşısında ne yapacaklarını kara kara düşünüyorlar olsa gerek. Artık özgürlüğün sesi daha bir gür çıkmaktadır kanısındayım. Bu son olayların kanımca şöyle büyük bir faydası oldu. Özgürlük, bencillikten kurtarıldı. Kimse bundan böyle salt kendisi için bir hürriyetin peşinde olamayacak. Aksi durum, kişiyi suçüstü ve yüzü kızarmış olarak ele verecektir. Kendisi için talep ettiklerini yanı başındakiler için ve herkes için istemek zorundadır. Bu, aynı zamanda ahlâklı olup olmadığımızı da test eden bir şey. Dışarıdan yahut içeriden kaynaklanan her şey bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olup her birimizi buna dâhil edecektir. Artık kimse kendisini dünyaya kapatamaz. Olanlara kör, sağır kalamaz. Dolayısıyla hepimiz birbirimizden etkileniyoruz. Bu durum 2000’ler kuşağının en büyük şansı. İyi kullanılması gereken bir şans. Elbet aynı zamanda bir açmaz. Öyle ki buna direnenleri silen bir açmaz. Belki de şöyle demek mümkün. Bir şeyler oluyor dünyada ve bu şeyler kendisini bize dayatıyor. Zorunlu bir dayatma. İçimizdeki kötülükleri fark ettiren bir dayatma.
Ben 2000’lerin, henüz tam anlamıyla olmasa da, bunun farkına varmakta olduğunu düşünüyorum. İşaretler buna ilişkin. Kendimize dâhi itiraf etmekten çekindiğimiz, zihinlerde aktüelliğinin korunması bile problem olan meseleleri, konuşuyor, tartışıyoruz. En önemlisi salt aleni faşizmin değil, zihinlerimizin gerisindeki örtük faşizmin deşifre edildiği bir ortam. 2000’ler, bahsettiğim bu örtük kötülüklerin fakına vardıkça şiir tarihine not düşmüş olurlar.

Şiirin estetik yanına bakınca, ilk elden şunu fark etmek mümkün. Önceki kuşaklar, İkinci Yeni şiir anlayışını kendi şiirleri için daha çok poetik bir imkân olarak görüyor ve İkinci Yeni ile yan yana anılmayı, bu şiirden etkilenmeyi kendi şiirleri adına bir olumlama olarak görüyorken, 2000’lerde yazılan şiirin, poetik ve estetik olarak İkinci Yeni’yi olumlamakla beraber bilinçli bir uzaklaşma çabası içinde olduğu söylenebilir. Bu dönem şiirinde, toplumsal bilincin oluşmakta olduğunu, bu sorunsalın 2000’li yıllar şiirinin gövdesini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Aksi takdirde dünya meselelerinden arınık, beylik mısralar romantik bir kahkaha olmanın ötesine geçemez. Bu yanıyla, şiirin salt estetik bir metin olmadığını sanırım kaydetmeye gerek yoktur. Bir sanat eserini kıymetli yapan hususların başında, estetik ve politik kaygıların bir potada verilmesi, bunun bir tavra dönüşmesidir.

Papirüs: Şair olarak şiir yazmayı bugün bıraksanız, kendinizden ve Türk şiirinden ne eksilir?

HB: Şiir, kaybeder mi, eksilir mi bilemem. Şiire sormak lazım yahut şairlere. Sanırım faşizmin göbek kenarları biraz daha yağ bağlar. İrileşir.



PAPİRÜS, 2011

ŞAİR, GİZEM VE KABA

Hasip Bingöl


Gazeteci Hrant Dink’in katledilmesinin ardından zaman sanki biraz daha hızla akıp gitmekte, her gün biraz daha yaşlanmakta. Hakikati mündemiç vicdanı can kafesinde taşıyan her benî âdem, zamanın acımasız pençe-i kahrıyla her lahza biraz daha çöküvermekte, giderek bir hüzün ve keder yumağı haline gelmektedir. Bu vaziyetin hüküm sürdüğü satıh ve araladığı kapıdan çok şeyler yazıldı, çizildi; halen de yazılıp çizilmeye devam etmekte. Herkesin kendi penceresinden bir biçimde müdahil olduğu türlü yorumlar, neşriyatlar, yüksek sesli düşünmeler, kıyısından da olsa kimi hesaplaşmalara da kapı aralamış bulunmakta. Kapı aralamalara müsebbip hesaplaşmalar neticesinde yüce aydın ve sanatkâr bilinci ve sorumluluğuyla(!) serdedilen düşünceler, aslında bu coğrafyada zihinsel olarak nerede, hangi kertede bulunduğumuzun da göstergesidir. Oluşturulan sisli atmosfer, bir yandan ileri demokrasi fikriyatının pratize edildiği yanılsamasına yol açarken beri yandan giderek kendi gölgesinin hastası birer narkissosa çevirmektedir bizleri. Esas yanılgı, Dink’in cenaze merasiminde “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganlarının yükseldiği mücbir müspet zeminde tartışıyor görünsek de, alsında bu tartışmanın zihinsel arka planını besleyen mevzunun pek de yabancısı olmadığımız gerçeği. Söz ve yazı meclislerinde sözü alanların kahir ekseriyetinin kendilerine biçtikleri demokrat, takındıkları adalet pozları, insanî vasıfların gerektirdiği vicdana sahip barış yanlıları izlenimi, sisli fotoğrafa dikkatle bakılınca bir yanılsama olduğu görülecektir. Sözünü ettiğim tartışmanın beslendiği art alan, her ne kadar alenen dile getirilmese de satır aralarında rahatlıkla deşifre edilecek mahiyettedir. Bir bulutsuluk oluşturularak inşa edilen, kutsallıklar ve naiflikler çerçevesinde şekillenen bir tartışmadır söz konusu olan. Bir yanılsamanın etrafında şekillenen tartışmanın kendisi ve özneleri, kuşkusuz gücünü mazisine borçludurlar. İmparatorluktan tevarüs “çok kültürlü” bir zemin ve atmosferde kurulan ve cumhuriyet’i sıfat olarak yanı başına alan Türkiye’nin, bu “çok kültürlülüğü” garipsemesi, eritmelerle inşa edip oluşturduğu üniter yapıyı refleksif öfkelerle korumaya çalışması yeni olmamakla beraber, zihinlerdeki kirliliğin esas kaynaklandığı nokta ve sözünü ettiğim mazidir. Bu mirastan beslenen zevatın hele de şuara takımının sağlıklı fikirler serdetmesi düşünülemez. Özellikle son dönemlerde sayısı artarak filizlenen ulusalcı şair-aydın tipinin, Türkiye’nin sorunlarına ilişkin, sözüm ona, çözüm önerileri sunma endişesiyle “şair” sözcüğü etrafında bir gizem oluşturmaları, bu gizemle afsunlanarak kendilerinden geçmelerine çokça şahit olmaktayız. Kötülüklerini ve paranoyalarını naif kılmak adına, şair sözünün ehemmiyetli, şeksiz ve şüphesiz, yüreğinin merhamet dolu olduğunu, insanî olanın şairler tarafından ancak dile getirilebileceğini ifade eden bu ulusalcı zevat, küfrünü örtmenin şehvetine kapıldığını fark edemeyecek denli kendinden geçmiş bulunmaktadır. Oysa asırlar öncesinden şairin kendisini dâhil ederek söylediği: “Ger derse Fuzûlî ki güzellerde vefâ var/Aldanma ki şâir sözü elbet yalandır.” mısraların gerisine düşerek küfrünü harlandırmak, ancak modernist kafalara nasip olur. Fikir ve çözüm önerileri adı verilerek deklare edilip ortaya atılan düşünce(sizlik)ler, hümanizma kırıntıları ve şiirin şuur kılıfı giydirilmiş, gerçekte ise ulusalcıların, artık İslamcıların da, sığınağı olan Kemalizm’in son sürümünden başkaca bir şey değildir. Bu durumun daha iyi anlaşılması kuşkusuz hafızamızın sıhhatine bağlıdır.

Demokrasi ve miras

İmparatorluk bakiyesi olarak Cumhuriyet, Devlet-i Âliyye’den yalnızca şu üzerinde yaşadığımız zemini değil, aynı zamanda birçok halet-i ruhiyeyi de tevarüs eylemiştir. Padişah Selim’in Anadolu’da yerli halka karşı giriştiği cengâverlik, Murat IV.’ün şiire ve şairlere ilgisi, Kuyucu Murat Paşa’nın Alevî kıyımı, Hamîdiye Alaylarının halk sevgisi vesaire. Her nedense bugünlerde bu mirasa sahip çıkma ve bunu paylaşma kimilerince daha bir anlamlı oluyordur.
Hiçbir dönemde bu topraklarda kendisinden vazgeçilmeyen, ancak kimi dönemlerde kısmen dinelen bir milliyetçiliğin olduğu muhakkaktır. Şimdilerde yeniden ve şiddetle hortlatılmaya çalışılan ve her gündeme geldiğinde önüne kimilerince çeşitli sıfatlar getirilmeye çalışılarak şirin gösterilmek istenilen milliyetçiliğin, artık ırkçılığa evirildiği bir süreci yaşıyoruz. Nasyonalizmi şirin göstermeye çalışan zihinler, bunu adeta üniter yapının tek kurtuluş reçetesi olarak takdim etmekten geri durmuyorlar. Nasyonalizmin, kimilerince “muhafazakâr-mukaddesatçılık” şeklinde tarif edilmesi, kimilerince de “ulusalcılık” olarak öztürkçeleştirilip ulusalcı bir kisveye büründürülmesi de sözünü ettiğim refleks olarak okunabilir. Anlaşılan o ki imparatorluk tevarüsü cumhuriyet beslemesi bu mirasa daha çok ortaklar çıkacaktır.

Dünyada üzerinde ittifak edilen demokrasi fikriyatının sanırım “Türk demokrasisi versiyonu” söz konusu toprak olunca, yerle yeksan olmakla kalmayıp yerle yeksanlığı vazeden bir şeye tekabül etmektedir. Bu topraklarda adına demokrasi denilen şey, tekelleştirilen, insanı ve insanlığı ıskalayıp ötekileştiren bir hüviyeti haizdir. Öyle ki bu sakat anlayış, pek çok savaş tamtamcısı gazeteci ve televizyoncular, misak-ı vatanist İslamcılar, ulusalcı şuara ve memur aydınlar mahsul etmektedir. Bundan olacak ki durumdan vazife çıkaranlar her daim neşvünema bulmaktadır bu topraklarda. Mahsul olarak da Ağcalar, Çakıcılar, Çatlılar, Samastlar, rahip katilleri, yayınevi baskıncıları, asit kuyucuları filizlenip sath-ı zeminlere arz-ı endam etmekteler. Artık başında “beyaz bere”si olmasa da Ogün’lerin, asitleri olmasa da kuyucuların vb. yalnız olmadıklarını, yalnız kalmadıklarını ve kalmayacaklarını sanırım söylemeye hacet yoktur. Ekranlarda, gazete köşelerinde, muhtelif mecmualarda, türlü türlü yerlerde her an karşımıza çıkmaktalar. Her Allahın günü bu türden insanlarla karşılaştıkça kahrolmamak mümkün değil. Hadi Ogünler, Hayaller cahil, Anadolu kabadayısı (bu iki tabir Murat Belge’ye ait), kaba kuvvet, şiddet yanlısı üç beş kendini bilmez deyip işin içinden sıyrıldık diyelim. Peki, bunca kelli felli adamlar… sanatçı kimliği ile karşımıza çıkan bu zevatlar... bunlar hakkında hangi tanımlamaları yapıp vicdanımızı rahatlatacağız. Ogünler belki bir kez tetiği çeker, ya bu adamlar… hangi sözcükleri kirletmiyor ki bunlar... hangi sözcükler tacizine uğramıyor bu adamların… bunların kirlettikleri sözcükleri kullanmayıp sus mu kalacağız. Hangi cümleler bize şefkatini gösterecek bundan böyle... hangi dili kullanacağız harfleri olmayan…

Milliyetçiliğin yan etkileri
Milliyetçiliği Türkiye’de iyi bir şey olarak algılayan, bu ülkenin kurtuluşunun tek reçetesi olarak sunanların “Milliyetçiliğin prospektüsü”nü iyi okumadıkları, yan etkilerinin neler olduğundan bihaber oldukları muhakkaktır. Şimdilerde milliyetçiliği sınıflama modaları çıkmaya başladı. Öyle ki kimilerince dillendirilen negatif ve pozitif milliyetçilik tarifleri belli ki kifayet etmemiş gözüküyor. Farklı milliyetçilikler mevcuttur ve gittikçe de çeşitlenecektir kuşkusuz. Saldırgan, savunmacı, şovenist, yabancı düşmanı, popüler, entelektüel milliyetçilik vb. çeşitli hallerde tezahür eden milliyetçilikler söz konusu. Türkiye’de belki farklı olarak dinle milliyetçiliğin iç içe (belki de kasıtlı olarak) geçtiği daha komplike türden bir milliyetçilikten söz edilebilir. Bu yazıda milliyetçiliğin tarihini yahut türlerini inceleme gibi bir niyetimiz yok. Türkiye’de ırkçılığa evirilmekte, belki de evirilmiş, olan bir milliyetçiliktir sözünü ettiğimiz. Yabancı ya de “öteki” düşmanlığına (xenofobi) dönüşen bir milliyetçiliğin ayak sesleri her yerden duyulmaktadır. “Vatan Yahut Silistre”den beslenen “Ya sev ya terk et!’çi kafaların algılamakta zorlandıkları ve kurtuluş olarak sundukları milliyetçiliğin artık bu topraklara haddinden fazla zarar verdiği.
Bu yazının ana mihverini oluşturan milliyetçilik/ulusalcılık sınıflaması, hiç kuşkusuz kelli felli adamların da dâhil olduğu “entelektüel/sanatsal milliyetçilik”tir. Ki bunun ırkçılığa evirilmesi en korkuncu olsa gerek. Ortaya atılan fikrilerin, yapılmak istenenlerin “ırkçılıktan” başka izahı olmamakla beraber, patolojik bir durumun da tezahürüdür. Ulus inşasının gayrimüslimler ve Kürtler başta olmak üzere bütün ara renkleri yok sayması, eritmeye çalışması, ilânihaye topyekûn bir bitirmeyi hedeflemesi, malumun ilanından başka bir şey değildir. Türkiye’nin mozaiğini teşkil eden etnik ve dinî unsurların bir “zenginlik” değil de “bölücü”, “öteki” olarak algılanması kimi kafalarda zaten var olan bir durum. Bunu dile getirmek yeni bir şey değildir elbet; ancak aydın’lığı ve şairliği kendinden menkul sayanların bu düşünceye doğru yol almaları ilim, şiir ve demokrasi adına büyük bir talihsizlik. Bu da şekillenen yeni dünyada kendisine rol biçilen kalem erbabı pek çok edip ve sanatçı başta olmak üzere, memur aydınların etnik unsurların imhasında tasfiye provacısı olarak rollerine iyice ısınmış olduklarını göstermektedir.

Nasyonalizme göz kırpmış ve iman etmiş bir ortamda, yazılan şiiri nezih bulmak, şairin duygularının münezzeh, hakikatin yalnız kendisinin dilinden döküleceğini beklemek ve sanmak, şair duruşundan bahsetmek, en hafif ifadeyle safdillik olur.
Dört bir yanımızda kalın ve de kaba sözler dolaşımda…


KARAYAZI, eylül-ekim 2011

İş Hâli