Saturday 23 August 2014

"Devlet, Sanatçının Dostu mu?"

  • KAÇAK YOLCU'nun "Devlet, Sanatçının Dostu mu?" sorusuna kısa fakat kaçak olmayan cevabımız:


  • Kültür Bakanlığı’nın edebi eser için yazarlara 10 ile 40 bin TL arasında ödenek vermesini nasıl karşılıyorsunuz? 
  • Şiire ödenek verilmesi doğru mu? Şairin şiir için devletten maddi destek beklemesi nasıl bir şey?

HASİP BİNGÖL (Şair)
“BÖYLE BİR ŞEYE UĞRAMAKTAN ALLAH’A SIĞINIRIM”
Açıkça ve kısaca; benim nasıl karşıladığımdan ziyade, işbu maddiyata mazhar olmuş müellifan-ı muteberin nasıl karşıladığı mühim olsa gerek. Kaldı ki söz konusu mazhariyete nail olamamışların bu mühim mes'elede edecekleri her kelam, laf-ı güzaf mesabesindedir. Buna duçar olmaktan Hafazanallah!

http://kacakyolcu.com/yazarlara-destek/

HİÇBİR ZİNCİR BAHANE DEĞİL ÖLMEK İÇİN*


Söyleşen: Özlen Yılmaz
Hasip Bingöl



Bize son kitabınız poeta non grata’nın hazırlık sürecinden bahseder misiniz?

Doğrusu şöyle dört başı mamur, kaideli kurallı bir hazırlık sürecinden bahsedemeyeceğim poeta non grata için. Dahası kitaba ilişkin bendeki bir karşılık bu. Öyle karar vermişliklerle yola çıkan biri olmayı beceremedim. İlk şiir kitabım kayıp tablet 2007’de neşrolmuştu. İlk kitaptaki şiirler mecmualarda yayınlanmış şiirler değildi doğrusu. Bir bakıma bütünlüklü yazılmış “tek parça” denebilecek şiirlerden oluşuyordu kayıp tablet. Yeni kitabım için de vaziyet üç aşağı beş yukarı aynı. Son altı yedi yıl içinde yazdığım, ancak birkaç tanesi dergilerde yayımlanmış şiirlerden müteşekkil bir kitap oldu. Genel anlamda dergilerde yayımladığım şiirler, şimdilik kitap dışı kalıyor, ya da bilemediğim bir hissiyat onları dışarıda bırakmamı sağlıyor. Ancak şunu söylemem mümkün. Yayımlanan şiirlerimi –şimdilik- kitaba almayışımı, biraz da kitabın bütünlüklü olmasını arzuladığımdan yapıyorum diyebilirim. Hoş poeta non grata’da bu bütünlüğü biraz sarssa da yayımladığım kimi şiirlere kitapta yer verdim.
Esasında poeta non grata’yı bir iki yıl erken de yayımlayabilirdim, fakat kısmet 2013’e kaldı. Elbette bu halinden bir miktar farklı olacaktı. Kitabı büyük oranda bitirmiş ve yazmıştım, ancak yayımlama işi geciktikçe üzerinde oynamalar arttı. Öyle ki kimi şiirler çıktı, kimi şiirler kabuk değiştirdi, hatta kimileri ilk halleriyle akrabalığını yitirdi diyebilirim. Bunu yaparken, omurgayı sarsmamaya gayret ettim. Zira her okumada dosyanın kurgusu, inşası değişiklik gösterecekti. Omurga sağlam olmayınca, dosya elinizden kayıp gidecek. Bütün bu zihinsel meşakkat bir yana, bir de işin yayımı bir yana. Giderek şiir kitaplarına teveccühün bitmeye yüz tuttuğuna şahit olmaktayız. Yayım işi her geçen gün şiir kitaplarının aleyhine gelişiyor diyebiliriz. Kitap yayımlama işi başlı başına problem artık. Bilhassa şiir kitapları adına. Yayımlama işi bazen yılları bulan bir zamana da denk gelebiliyor.

poeta non grata isimli şiir kitabınızı, 2000’li yıllarda yazılan şiire bakış açınızla değerlendirecek olursanız, bize neler söyleyebilirsiniz?

Sorunuz için teşekkür ederim. Bu vesileyle kuşak kavramının nazarımda nasıl görüldüğü ile alakalı bir iki hususa değinmek isterim. Açıkçası kendi namıma kuşak kavramına mesafeli durduğum, hatta kuşak kavramını bir miktar sorunlu bulduğumu söylemeliyim. Zira kuşak kavramı, bir bakıma edebiyat tarihçilerinin işlerini kolaylaştırmak adına giriştikleri bir tasnifleme işidir. Öyle çok da üzerinde düşünülmüş olduğu kanısında değilim. Neye kuşak denmeli, niçin buna ihtiyaç duyulur, kuşak olmayı hak eden gelişmeler nelerdir gibi soruları çoğaltmak mümkün. Salt zamansal bir aralık’a hapsedilen bir tasnifleme işine öteden beri mesafeliyim. T.S. Eliot kuşak kavramını irdelerken, en az çeyrek asırdan bahseder. Bizde durum farklı. Her on (10) yılı bir kuşak sayma eğilimi giderek yaygınlaşıyor. Bu, biraz da şiirdeki akımsızlığın boşluğunu doldurma girişimidir diye düşünüyorum. Hal böyle olunca ilk şiirini 2000 ve sonrasında yayımlayanlar doğal olarak 2bin kuşağına dâhil edildi, ediliyor. Hoş, iki binden önce şiir yayımlayanlar da buna dâhil edilmiyor değil. Artık iş, iyice keyfi bir hal almış durumda. 2 bin öncesi şuaradan olup kendisini 2 bin’e dâhil edenler öyle büsbütün haksız sayılmazlar. Ne de olsa, 2 bin’ler bir gençliğe tekabül ediyor. Yoksa, zihinsel gençlik bedensel gençlikle karıştırılıyor mu ne!

Güncel olarak kullanılan dil yeterli ve sağlıklı olmaktan çok uzak… Dükkân isimleri, televizyonda kullanılan dil, şarkı sözleri,  sanal ortamdaki konuşmalar... Ancak sizin kullandığınız dil çoğunlukla eski sözcükleri barındırıyor.  Bunun okuyucularınıza etkisinin olabileceğini düşünüyor musunuz?

Geçenlerde şair bir arkadaşım, bu anlamda ilk kitabım için bir miktar serzenişte bulundu. Azizim, sözlüğe bakmak zorunda kaldığım kimi kelimeler kullanıyorsun diye. Sözlük alışkanlığı edindirmek de az bir iş değil. İşim latifesi bir yana, şiir yazıyor yahut yazmaya niyetli iseniz, hatta bütün bunların dışında ciddi bir şiir okuru iseniz dille aranız iyi olacak, dili iyi bileceksiniz. Öyle ki dil dediğimiz bu vasıta ile oynamayı da. Hangi dil olduğu önemli değil. Şiir dediğimiz şey, zaten günlük dilin dışında bir anlam inşası değil midir? O vakit sanatkârın söz dağarı dolup taşmalı. Dükkân isimleri, televizyon dili, şarkı sözleri doğrusu beni çok da enterese etmiyor. Millet pratiğe bakıyor. Herkesin bir hesabı var. Bu hesap çerçevesinde dil şekilleniyor. Dükkân isimlerinin felsefî olmasını bekleyemem kendi adıma. Meram ifade ediliyorsa problem hallolmuştur, derim. Eskilik meselesine gelince… Açıkçası kime ve neye göre eski bilemiyorum. Mesele biraz da bu sanırım. Kullanmadığımız, kullanımdan düşürdüğümüz, raflara hapsettiğimiz, müzelik ettiğimiz en yeni şey dahi eskidir. Bir gecede bütün bir toplumun hafızasının silindiği, salt Latin alfabesini okuyabildiği için aydın sayılanların düşünce(sizlik)leriyle bir toplum şekillendi maalesef. Bu bakımdan okuru suçlamak mümkün değil, lakin okurun da verili bilgi ve kültürle yetinmesini anlamış değilim. Vaziyet bu olunca, okurun etkilenmemesi mümkün değil. Bir yerde yeni jenerasyonu anlayabiliriz ve fakat ehl-i sanat iddiasını güden bir kısım dedelerimiz yaşındaki zevatın zaman zaman sitemle bir yerlerden söze dahil olmalarını anlamıyorum, anlamak da istemiyorum.

Haydar Ergülen, bir yerde sizin için “Kendine özgü bir sözlüğü genişletmeye çalışan bu şiir, bizi Türkçenin doğusundaki kayıp seslere ulaştırmak gibi bir görevi de üstlenmiş. Bunu da layığıyla yerine getiriyor.” diyor. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Tespitin bir kısmına, sözlük genişletme kısmına katıldığımı söyleyebilirim. Lakin Türkçenin doğusundan neyi kastettiğini muğlak bırakmış. Aslında kendi adıma ne demek istediğini anlamıyor değilim, lakin okur Ergülen’in ne demek istediğini anlıyor mu, yahut ne denli anlıyor bu hususta şüphelerim söz konusu. Şunu ilave etmek isterim. Türkçenin kayıp sesleri yahut sözcüklerinin peşinde değilim. Böyle bir vazifem de niyetim de yok. Ancak Osmanlıcanın o muhteşem, müzikalitesi yüksek, meramın ifadesine fevkalade müsaitliğini her hatırladığımda, büyük bir hüzne gark olduğumu söyleyebilirim. Buna mukabil dolaşımdaki Türkçenin bu anlamda son derece nakıs olduğu da hepimizin malumu. Eski kelimelerden kasıt Osmanlıca ise, evet buna ilgi duyduğumu gizleyemem. Ve sanırım eski yazmaya devam edeceğim.

Çevrenizde gelişen olaylara duyarlı bir sanatçı olarak, politika şiirlerinizde yer alıyor mu? Ya da şiirinizin başlı başına bir politik duruş sergilediğini söyleyebilir miyiz?

Meseleye sanat ve estetik perspektiften baktığımızda, politikanın bizatihi kendisi kaba bir şey olarak karşımıza çıkar. Sanatkârın bu endişeyle ve duyarlılıkla meseleye bakması bir bakıma zorunludur da. Kendi hesabıma böyle baktığımı söyleyebilirim. Politik sanat mümkün iken politikanın sanatı neredeyse mümkün gözükmemektedir. Bir bakıma politikaya mesafeli sanat, denebilir ki doğasında zorunlu olarak politik ve muhalif söylemi barındıran sanattır. Yani diyebiliriz ki politikaya bulaşmamış sanat politik ve muhalif aksiyomlar barındıran sanattır. Bu mülahazadan olmak üzere denebilir ki politik söylemden bağımsız sanat/şiir son derece zor ve sıkıntılıdır. Kendi namıma ontolojik olarak sanatın politik bir zeminde neşvünema bulduğunu düşünüyorum. Bu zeminin dışında adına sanat denilen bir şeyler varsa bunun marazi olduğunu hesaba katacağım. Sözünü ettiğim ve sanatta karşılık bulan politik söylem, estetize edilmiş politik söylemdir. Zira estetize edilmemiş her ne varsa sanat adına birer ‘kabalık’tan öte bir şeye tekabül etmez. Estetize derken sanatın fildişi kuleler, sırça saraylar yahut billur fanuslarla kuşatılmış bir şey olduğunu söylemiyorum. Sanatın muhalif olması tam da bunun dışında bir yerden beslenmesiyle mümkündür.
Buradan hareketle şiirimde politikaya son derece mesafeli durmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim. Şiir yahut sanatta duyarlılık dediğimiz ne ise, onu hakikate sadık kalarak ve politik çerçevede sağlamaya çalışıyorum. Hakikat ve politik olan, yan yana yahut birlikte olur mu, şeklinde bir sual yöneltilebilir elbette. Temiz ve adil olmak, bir bakıma hakikat ve politik olmakla iç içe geçerek sahih bir anlam kazanmaktadır. Zira hakikate sadık kalmak, peşinen politik olmakla eşdeğerdedir nazarımda. Bir başka husus da şu ki, geçmişe şöyle bir baktığımızda politik ve ideolojik bellenip millî kitaplardan kovulan sanatçı/şairler söz konusu. Melih Cevdet, Nazım Hikmet gibi kimi şairler, bu saiklerle kitaplara alınmazken; ulus-devlet paradigmasının sözcülüğüne soyunan, bu endişe ve reflekslerle kaba metinler ortaya koyan Milliyetçi Behçet Kemal Çağlar; yine benzeri hissiyatları paylaşan, Kemalizmin ilkelerine şiirlerinde açıkça yer veren ve onları savunmaktan geri durmayan, son derece ideolojik, sadık Kemalist Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şairler, el üstünde tutulan millî şairler olarak okullarda zihinlerimize boca edilmiştir.

Günümüz toplumunun şiire bakış açısı…  Genç bir şair olarak üretim aşamanızı nasıl etkiliyor?

Toplumun şiirle pek bir derdi yoktur, olmamıştır da. Zira toplum, geçmişte olduğu gibi günümüzde de şiire pek rağbet etmez, çok da umurunda değil şiir. Şair, genelde “boş işlerle” uğraşır, toplum nazarında. Ne gerenk var, havasında olmuştur hep. Şiir, toplum için ilan-ı aşk esnasında orgazm sağlıyorsa, iyidir. Münasebeti de bu kadardır. Fazla da bir şey beklememek lazım. Şiirin hem okuru hem alıcısı her zaman az olmuştur. Böyle de devam edecektir, belki de azalarak. Bunu bilmek aslında işimi/zi son derece kolaylaştırıyor. Üretim aşamasında çok rahat olduğumu söylemeliyim bu anlamda. Karşımda hesaba katarak cümlemi kuracağım büyük bir kütlenin olmaması, bir anlamda özgürlük alanımı alabildiğine genişletiyor. Zaten herkes şair değil midir azizim!

Son günlerde ülkemizde dil, çok tartışılır bir konu oldu. Aynı zamanda Zaza dilinde çeviriler yapan bir şair olarak, dil hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum. Ne dersiniz? Bu konuyla ilgili yeni projeleriniz var mı?

Böyle bir konunun ve sorunun varlığı; açıkçası kültürel, ahlakî, siyasal ve demokratik bakımdan bulunduğumuz yeri, zihinsel ve insanî kalitemizi göstermektedir. Kemalist ideolojik kodlar ve zemin üzerine inşa edilen üniterci ulus-devlet, kendini yasaklar üzerinden var etmiştir. Hal böyle olunca, gelecek kaygısını da yine baskı, şiddet, asimilasyonist politikalar güderek telafi yoluna gitmiştir. Her şeyin bir tekelden oluştuğu, yine bu tekellerin millî olduğu bir yapıdan bahsediyorum. Tek devlet/ millet/ vatan/ bayrak/ dil/ din ve devamı… Bütün bunlar aynı zamanda millî de olmak zorunda. Millî devlet/ coğrafya/ tarih/ dil/ matematik gibi. Dolayısıyla bütün bu tekler ve millîler orta yerde dururken, eğitimin tek ve millî olmaması düşünülemezdi. Böyle olunca da dillerin yasaklanması, katli durumuyla karşı karşıya kaldık. Tartışmalar da tam noktadan başlıyor. Birileri kendi dillerinin en kutsal, en kıymetli olduğuna hükmedince; mukabilinde hayır kardeşim, herkesin dili kıymetlidir demek zorunda kaldı birileri de. Kıyametin kopması da eşitlik ve demokrasiye görünürde itibar eden, esasında ise son derece mesafeli; gasp yoluyla edindikleri konforu kaybetmek istemeyen jakoben, elitist/seçkinci güruhun eşit yurttaşlığa inanmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu sisli, bulanık, şiddet ve çatışma ortamında yürütülen tartışmalardan ne sonuç çıkar, kestirmek zor. Bütün bu hır gürün, dengesizliklerin yegâne sebebi, paylaşım sorunudur aslında. Yani Kürt eşitlikten, haklardan bahsetmez, ameleliğe ve uşaklığa devam eder; Alevî, cemevi talebinde bulunmaz, 12 Eylül darbesi ürünü din kültürü dersine ses çıkarmaz; dindar Müslüman kamuda başörtüsüyle çalışma talebinde bulunmaz, çocuğuna devletin buyurduğu şekilde değil, kendi istediği gibi dini özgürlükler çerçevesinde İslamî dersler aldırma talebini ortaya koymaz ve devletin her dediğine emrin başüstüne der; yine komünist kendi köşesine çekilir, her şeyi devletim bilir, komünizm lazım olursa onu da devletim getirir düşüncesine sahip olur ise, yani her şey eski düzen devam eder, herkes varlığını Türk varlığına armağan ederse hiçbir problem kalmaz, netekim. Ancak içinde bulunduğumuz şartlar ve zaman diliminde kimse kendisine biçilen paya razı değil, olmamalıdır da. Geldiğimiz noktada ya mutlak demokrasi, eşitlik ve adaletle ama hakkaniyet çerçevesinde eşit yurttaşlar olarak beraber yaşayacağız yahut büyük felaket her daim hazır ve nazır kapıda bizleri bekliyor ve demoklesin kılıcı misali üzerimizde salınıyor olacak.

Dil mezunu ve diller hakkında kafa yormuş biri olarak bağlamda şunları söylemem mümkün. Memlekette ve dahi dünyanın herhangi bir yerinde, içinde bulunduğumuz modern zamanın bir sonucu olarak, eğitim dili olmayan diller, ne yazık ki tehlike altında olup bir yok oluşla karşı karşıyadırlar. Her dil kıymetlidir, buna inanarak hareket etmek lazım. Dillerin yaşatılması, devletlerin ve sistemlerin yaşatılmasından daha kıymetli ve azizdir. Kimsenin dili bir başkasının dilinden ne aşağı ne yukarıdadır. Mesele bu kadar net aslında. Yeter ki buna inanalım.
Zaza diline gelince… Naçizane bir şeyler yapmaya çalışıyorum anadilim ile ilgili. Yetersiz, fakat şimdilerde elimden ne geliyorsa, ona gayret ediyorum. Pek çok farklı çalışmalar içinde olsam da ağırlıklı olarak dil ve edebiyata odaklandığımı söyleyebilirim. Kimi zaman telif kimi zaman da çeviri şeklinde bu çalışmalarım devam ediyor.

Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Bana katlandığınız için ben teşekkür ederim.



*poeta non grata’dan

Evrensel  Kültür, s.269 Mayıs 2014

Saturday 3 May 2014

ŞİİR, GÜCÜN KARŞISINDA DİRENEBİLDİĞİ ÖLÇÜDE ONTOLOJİK KAYNAĞINA YAKLAŞIR*

Hasip Bingöl ile Söyleşen Nurettin Durman


NOT: Şair Nurettin Durman'ın benimle yaptığı aşağıdaki Söyleşi, Gerçek Hayat dergisinin 10 Mart tarihli nüshasında yayımlanmıştır. Ancak söyleşinin İTALİK ve renkli olarak verdiğim son kısmı, nedenini bilemediğim tarafıma hiçbir şekilde bilgi verilmeksizin herhangi bir gerekçe gösterilmeden SANSÜRLENMİŞ olup yayımlanMAmıştır. Söyleşiden murad ettiğimiz şeyin iyi anlaşılması için, bütünlüklü olarak yayımlanması icap etmektedir.




Yeni şiir kitabın Poeta non Grata ile ilk kitabın Kayıp Tablet’teki arayışın farklı bir yere evirildiğini söyleyebilir miyiz? Ya da bir huzursuzluğun dışa vurumu demek mümkün mü? Nereden icap etti bu istenmeme…


Sözün seyr û sülukü suyun seyr û sülukü misillüdür. Zira kalpten sökün eden söz, bünyeden ve dimağdan firak edip yola revan olduğunda, bir yandan geçtiği güzergâha izini nakşederken beri yandan da yeni arayış yollarını inşa eder. Öyle ki her arayış daima bir kayıpı ima etmektedir. Doğrusu her birimizin şu salındığımız yeryüzü cehenneminde kişisel menkıbesinin ardından sürüklendiğine inanıyorum. Bilhassa bir lanetli olarak taife-i şuara, aynı zamanda kovulmuş olmanın çetin imtihanında kalbine sükûnet ve serinlik taşımanın da hesabıyla arayışına devam eder. İmtihanı çetindir; zira bir yandan Tanrı’nın kutsal kitaplarında cehennem çağrıcısı yalancı bir lanetli, bir yandan da devlete katkısı olmayan bir düşman olarak iki sürgün arasında hayatını idameye mahkûm edilmiştir. Buna karşın ehl-i şuara, belki söz iksirinin idrakinde bir seyyah olarak sözünü Tanrı’nın sözünün hemen yanı başına yazma iştiyakında bir heveskâr olma arzusundadır. Kendi namıma şedid bir heveskâr olmamaya talibim. Şedid bir heveskâr olmanın halden ziyade kale ilişkin bir vaziyet olduğunu söylemeliyim. Buna sebep daire-i imkân mertebesince mesafeli durmaya gayret ediyorum. Zira kalin hale tagallüb etmesi her ne kadar günümüzün geçer akçesi ise de, nazar-ı hakikatte muteber olan kuşkusuz aksi olandır. Ne kadar becerebildim bilemiyorum, aksi olanı kendime rehber edinmeye gayret ettim. İlk kitabım ile ikinci kitabımın yayımlanması arasında öyle pek uzun bir zaman geçtiğini söyleyemem. Soruda bahsettiğiniz arayışın farklı bir yere evirilmesine gelince…

Evet, arayışın farklı bir yere evirilmesi için altı yıl gibi bir zaman diliminin iktifa edeceği kanaatindeyim. Lakin bu arayışın keskin olduğunu söyleyemem. Belki daha derinlerde, kayıp olanın izini sürerken tesadüf ettiğim vaziyetler üzerine, güzergâhta yapmaya çalıştığım kimi değişiklikler demek lazım. Her arayış yeni bir değişikliğe, yeni bir huzursuzluğa gebedir. Bu arayışta neyle karşılaştın, ne buldun da istenmeyenliğe kanaat getirdin derseniz, şunu rahatlıkla söylemek mümkün. Fark etmekten ziyade ifade etmekle alakalı bir durum bu. Yoksa yenilerde olan ve benim yeni fark ettiğim bir şey değil. Şöyle bir baktığımızda içinde bulunduğumuz zaman diliminde bir yandan bireysel ötekileştirmeler bir vakıa iken, bir yandan toplumsal inkârların, toplumsal uzaklaştırma ve ötekileştirmelerin giderek derinleştiğini, giderek toplumların birbirini yok saydığı, hatta varlıkların ötekini yokluğu üzerine inşa ettiği durumdan söz ediyorum. Doğrusu toplumsal istenmeme durumları hayatımızı esir almışken, birey olarak payımıza biçilen ötekiliğe razı olacağız çaresiz. Hele şiire kıyısından köşesinden bulaşmışsanız öteki olmanın, istenmemenin idrakinde olmak durumundasınız. Şayet buna müdrik değilseniz, böyle bir endişeniz yoksa iktidarların, gücün yedeğine düşmemeniz için hiçbir neden yok. Bu söylediklerimle şiirin kutsallığı gibi bir lafügüzaf yahut şair yüceltmesi yapmak gibi bir derdim olmadı hiçbir zaman. Böyle bir anlayışa da oldum olası mesafeliyim. Lakin şair, yazdıkları ve söyledikleriyle gücün ve iktidarın uykularını kaçırmıyorsa sükût etmesi daha doğru bir tavır olur. Kendi adıma, şiirin ontolojik kaynağını gücün karşısında direnebilmesinde buluyorum. Bu ontolojik kaygı ve huzursuzluktan hareketle yazmaya gayret ediyorum.

“Bir Evrakın Kanar Boşluğu” şiirinizin finalinde şöyle diyorsunuz: “her yenilgi bir vadidir içimde.” Bunu derin yaralar var’a, kırıklıklara yoruyorum. Sarih bir izahı olmalı, derim. Açıklaması mümkün mü?


Doğrusu kırılmayı kişisel bir zemin üzerinden okumadığımı, bu manada önemsemediğimi söyleyebilirim. Böyle bir tavrı hakikat düzleminde bencillik olarak görüyorum. Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî mealen küçük kâinat olarak insan, büyük kâinatın bir minyatürüdür. Zira insan varlığı, âlemden kat kat küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır.” buyurur. Bunu önemsiyorum. Bu manada şahsın/bireyin biricikliğini son derece kıymetli buluyorum. Burada üzerinde durduğum, sıkıntılı gördüğüm husus, bireysel olanın bencilliğe evirildiği nokta. Yoksa Şeyhü’l-Ekber’in buyurduğu, insanın mikrokozmosluğu hakikatinin hilafına davranmış oluruz. Dolayısıyla yazıyı, yazmayı bu manada önemsiyorum. Yazmak dediğimiz hadise, evet kendimizden yola çıkarak başlayan bir eylem, ancak yazma eylemi her şeyden evvel ontolojik bir mesele. Ontolojik olarak yazı, küçük kâinatı aşkın büyük kâinata doğru bir yolculuktur. Bu seyr ü süluk, bireysel olanın geriye itilip müteâl ve ulvî olanın ikâmesi çabasıdır. Bu noktada yeri gelmişken İmam Âli Efendimizin şu sözünü nakletmek isterim. “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, ama en büyük âlem sende gizlidir. Sanırım meseleyi özetliyor bu söz. Naçizane böyle bakmaya gayret ediyorum. Ne denli üstesinden geldin derseniz, açıkçası buna kifayet edecek bir cevabım yok. Öyle ki şu modern zamanda biten her gün, bir şekilde tortular bırakıyor, biriktiriyor kalbimizde. Buna ne derece direnebiliriz yahut kalbimizi, aklımızı ve ruhumuzu ne derece arındırabiliriz modern zamanın üzerimize boca ettiği kirlerden, bilemiyorum. Mümkün mertebe içinde bulunduğumuz zamanın kirli hesaplarından, şiddetinden uzak durmak. Bütün hesabım buna ilişkin. Evet, çağın tuzaklarına mesafeli durmanın bir neticesi olarak, kimi zaman derin bir keder, kırıklıklar oluyor tabii. Bundan kaçamayız sanırım. Zamanla geçer nasılsa, diyorum. Geçiyor da nitekim.

“Ziyan” olan çok şey var hayatta. “Artık kabaran deniz değilsin”/ “Tuhaf şeyler oluyor” dünyamızda. Bütün bunlar haliyle çağrışımlara götürüyor insanı. Kim/lerin hayatları acılar içinde geçiyor. Ziyan olanı biraz daha açar mısın?

Haklısınız. Nereden ve nasıl bakıldığına ilişkin olarak belki de her anımız ziyan. Açıkçası şöyle bir etrafımıza baktığımızda pergelin dönen ayağı her lahza bir acıya tesadüf ediyor. Her şey tuhaf gidiyor, her yerde bir marazilik söz konusu. Hayatlarımızı kuşatan huzursuzluklar, kötülükler, savaşlar vb. gün geçtikçe kesifleşiyor. Buna mukabil yapabildiğimiz tek şey, yazarak kalbimizi teskin etmeye çalışmak. Ve yazmanın da söze açılmış bir savaş olduğunu bile bile. Dolayısıyla huzursuz olmamak için hiçbir sebep yok. Hal böyle iken benim kimseye vaad edebileceğim bir kurtuluş reçetem yok. Olamaz da. Kurtuluş reçetelerinden pek hazzettiğim de söylenemez. Bu, daha ziyade statükoların, devletlerin müracaat ettiği bir şey. Zaten hayatlarımızı da mahveden bu akıl değil mi? Üzerinde yaşadığımız ülkenin eğitim sistemi her şeyi izah etmeye kafi. Ulusçu-üniterci bir yapı üzerine inşa edilen Türkiye, kuruluş ve kurtuluşunu Kemalizm dediğimiz üçüncü dünya sınıfı ülkelerin baskıcı, totaliter ve dikta anlayışıyla yoğurmuştur. Hasılı her birimiz bu anlayışın ürünü eğitim tezgâhlarından geçtik. Kimse bu manada kendisini münezzeh görmesin. Kabul edelim ki bu proje bir mühendislik çalışması olarak iyi kurgulanmış ve tasarlanmıştır. Kemalist eğitim projesi, toplumu yukarıdan aşağıya dönüştürmek için evvela kendince sağlam argümanlar üretir, toplumun cehaletinden dem vurur, hatta el çabukluğuyla toplumu, aklını yeterince kullanamayan 'sürü'lere benzetir. Ve buna da ikna eder toplumu, toplum da bunu kendi yararına bir şey sanır. Bu kanıyı yerleşik kılmak için toplumun 'muasır medeniyetler seviyesine' bir an evvel çıkartılması gerektiğini ifade eder. Öyle ya, toplum dönüştürülmesi elzem tuhaf, acayip bir şey olarak bu projenin potansiyel muhatabı değil miydi zaten. Söz konusu argümanlar evvela son derece makul hatta cezbedici gelir. Oysa hakikat bunun hilafınadır. Kendisini Tanrı olarak konumlayan zevatın, kaba saba olan güruhtan kendi Tanrılıklarını teyit etme düşüncesinden başka bir şey olmasa gerek. Buna muhatap olmuş hangi bireyin hayatı acıklı ve ızdıraplı değil. Hangimizin hayatı ziyan değil. Şiiri etrafında dolandık, şiir konuşamadık yine. 


***

Tuesday 25 February 2014

Şiire Bulaşmak Peşinen Ötekiliğe Razı Olmaktır


POETA NON GRATA

HA: Uzun bir aradan sonra ikinci şiir kitabınız çıktı. Şiir serüveninizde değişen bir şey var mı, ya da söyle: düne göre bir değişiklik söz konusu mu?
hb: Doğrusu yazma işi benim için rutin bir mesele değil, olmadı da. Yazma işine ontolojik bir yerden bakmaya gayret ediyorum. Zaten şiir doğası gereği ontolojik bir şeye tekabül etmez mi? Şiir, bir miktar ilham, bilgi ve çabadan mürekkep bir hikmet halidir nazarımda. Hâli ve hakikati mündemiç bir hikmet. Buradan bakınca, aradan geçen süre çok da bir anlam ifade etmiyor artık. Zaten siz de fark etmiyorsunuz, hatta edemiyorsunuz. Onun için geçen zamana değil, ne yazdığıma, nasıl yazdığıma ve yazdıklarımın, zerre de olsa, bir şeye deva niteliği taşıyıp taşımadığına bakarım. Bunu ziyadesiyle önemserim. Şiire böyle bir yerden bakmaya gayret ediyorum. Bugün derdi, kederi, meseleyi şiir dediğimiz enstrümanla dışa vuruyorum. Kim bilir belki yarınlarda bir başka enstrümanı kullanacağım. Buradan hareketle ifade etmek gerekirse, şiir serüvenimde öyle her şeyi tersyüz edecek bir kırılma yahut değişiklik olmadı. İlk kitaptaki şiirler, belki bir miktar daha örtük, sakınımlı bir dille söylenmiş iken,  yeni kitapta bu örtünün bir miktar kenarından köşesinden sıyrıldığı ve dış dünyanın anlamsallığına göz kırptığı söylenebilir. Kimi zaman günahlarımızı yüzümüze karşı ima eden bir ayna gibi. Yani bir değişiklik olarak denebilir ki, yeni kitabın politik aurası mahiyet bakımında daha kapsamlı.

IMG_0388 (1)
 HA: Poeta Non Grata (İstenmeyen Şair) ne demek, biraz açar mısınız? Bu bireysel olarak bir ötekiliğe mi işaret diyor, içtimai bir şeye mi yoksa daha derinlerde başka bir şeye mi işaret ediyorsunuz?
hb: Şair, yazdıklarıyla zaten kovulmuş bir lanetli değil mi? Platon’un devletinden kovduğu, kutsal kitapların cehennem çağrıcısı bir yalancı olarak lanetlediği kişiden bahsediyoruz. Bunlar bir yana, içinde yaşadığımız zaman diliminde bireysel ötekileştirmelerden ziyade toplumların birbirini ötekileştirdiği, yok saydığı, varlığını bir başkasının yokluğu üzerine inşa ettiği bir zamandan ve durumdan bahsediyorum. Hal böyle olunca şiire bulaşmak peşinen ötekiliğe razı olmaktır. Bütün mesele bu “ötekiliğin” bilincinde olmaktır. Bu endişeyle yazmıyorsanız, iktidarların, erkin yedeğine düşmeme ihtimaliniz yok zaten. Şair sözü erki rahatsız etmiyor, onun uykusunu kaçırmıyorsa bir şeyler tuhaf gidiyor, bir yerlerde marazilik söz konusudur. Şayet resmî olanın dışından geliyor, hatta ona cebren dâhil ediliyor ve bir iddia olarak onun üzerine çıkmayı yazdıklarınız ima ediyor ve söylüyorsanız, istenmeyen olmaya hazırsınız demektir. Bunu hatırda tutarak yazmaya gayret ediyorum.

IMG_0401
 HA: Şiir kitaplarının çıkma aralığı yani iki kitap arası zaman, buna doğal zaman da demek mümkün, genelde 2-3 hadi bilemedin 3-4 yıl olur. Ancak Kayıp Tablet’in çıkış tarihi Şubat 2007,  yeni kitap Mart 2013. Altı (6) yıl geçmiş ve 7. yıldan gün alınmış. Nedir bu gecikmenin sebebi?

hb: Son yıllarda şiir kitabı yayımlamanın bir takvime bağlandığı simülasyonu söz konusu zannımca. Şayet bir PR çalışması içindeyseniz, evet, bu takvimi ıskalamamalısınız. Zira, unutmak ve harcanmak gibi bir durumla karşı karşıyasınızdır demek. Bu durumda bir hesap kitap içine girmeniz gerekir. Ancak unutmamamız gereken bir şey varsa o da şiirin hesaba kitaba gelmediği. Kendi adıma şiire ilişkin hiçbir hesabın kitabın içinde olmadım. Belki de bundandır gecikmenin sebebi. E, bir miktarda yayınevlerinin şiire olan ilgisini de eklemeliyim.

Söyleşen: Hüseyin AKIN

http://kacakyolcu.com/istenmeyen-sair-konustu-siire-bulasmak-pesinen-otekilige-razi-olmaktir/

Sunday 16 February 2014

AŞK GÖMÜLÜ DEFİNE: VÎS Û RÂMÎN





Hasip Bingöl




Dost olsun, düşman olsun sözünü söyle
Herkes dinlesin “iyidir” desin
‘Vîs û Râmîn’

Romanın hayatımıza dâhil olması yahut bizim romana teveccüh etmemizle geri plana ittiğimiz, ancak edebiyat geleneği içinde son derece önemli yer işgal eden, ‘anlatılan hikâye’ ve ‘anlatımı’ bakımından klasik dönem tasnifi içinde, genel kabul olarak, modern edebiyat türlerinden ‘roman’a karşılık gelen ‘mesnevî’ genel/popüler okur nezdinde rağbet görmese de edebiyat geleneği içinde kıymeti halen mahfuzdur. Mesnevî, salt edebiyat geleneği açısından değil, aynı zamanda yazıldığı dilin ait olduğu gelenek hatta bütün bir kültür hakkında müracaat edilen bir hüviyeti haizdir. Gelenek içinde ‘gazel’ ve/ya ‘kaside’ daha ziyade ön plana çıkmış olsalar da, muhteva bakımından mesnevî daha fazla ilgi görmüş, diyebiliriz. Bu ilgi bizce gazel ve kasidenin ‘bireysel’ olanı merkeze alan anlayışına mukabil, mesnevînin daha geniş muhteva yelpazesine sahip olup bir anlamda ‘toplumsal’ olanı merkeze almasından ileri gelmektedir. Zira pek çok mesnevînin konusu toplumun hafızasında yer eden, dilden dile aktarılan ve kültürün kopmaz parçaları haline gelen ‘halk hikâyeleri’ne dayanmaktadır. Bu durum, mesnevînin içinde ‘üretildiği’ toplum tarafından karşılık bulmasını sağlamıştır.

İRAN'IN İLK MESNEVİLERİNDEN 
İran edebiyatının bir türü olarak neşvünema bulan mesnevî, buradan diğer toplumların edebiyatına geçmiştir. Mesnevî geleneği bakımından son derece zengin olan İran edebiyatında ilk mesnevîlerden biri de -belki de en eski- Vîs û Râmîn’dir. Söz konusu mesnevî, yakın zamanda Prof. Mehmet Kanar tarafından Farsçadan Türkçeye manzum olarak tercüme edildi ve Ayrıntı Yayınları tarafından Vîs İle Râmîn adıyla yayımlandı. İran edebiyatının mutlu sonla biten, aşkı konu alan trajik halk hikâyelerinden oluşan Vîs û Râmîn, XI. yy’da İranlı şair Fahreddîn Es’ad-i Gorgânî (öl.1054) tarafından aruzun hezec bahrinin Mefâîlün mefâîlün feûlün kalıbıyla Pehlevî dilinden Farsçaya nazmedilerek çevrilmiş bir mesnevidir. Lakin Vîs û Râmîn hikâyesinin ilkin Eşkânî dilinde yazıldığı, ardından Sâsâsanîler döneminde Pehlevî diline çevrildiği kuvvetle muhtemeldir.
Hikâyede, Şah Mûbed’in karısı Mervli Vîs ile Şah’ın kardeşi şehzâde Râmîn’in aşkı dile getirilmekte. Büyük maceralara sahne olan dillere destan Vîs û Râmîn aşkı, mutlu sonla bitse de bu ‘mutluluk’ kısa sürer. Zira bir müddet sonra Vîs ölecek ve Râmîn de kendini ülkesinin yönetimine adayacaktır. Beşeri aşkın dile getirildiği, konunun son derece cesurca işlendiği Vîs û Râmîn, bu yönüyle gerçek bir hikâye olmaktan uzak, kahramanlarının muhayyel olduğu tahmin edilmektedir. Gorgânî bu mesnevîsiyle başta Nizâmî ve Mevlânâ olmak üzere kendinden sonra gelen pek çok şairi etkilemiştir.
Osmanlı dilinde bilinen tek Vîs û Râmîn çevirisi Lami’î Çelebi (1472- 1532)’ye aittir. Ancak Çelebi, eseri çevirirken hikâyedeki Zerdüştî inancına ait umdeleri, batıl anlayışları, gayr-ı İslâmî unsurları çıkarır. Çelebi, hikâyeye eklemeler yaparak kahramanları mutlak doğruya, ideal olana götüren ‘şeyh’ler yerleştirir. Zerdüştîlikle ilgili kısımları çıkarıp mesneviye tasavvufî bir hava veren Çelebî, hikâyenin başında Zerdüşt olarak tanıttığı Veyse’yi (Vîs) sona doğru Müslümanlaştırır. Mehmet Kanar ise çeviriyi İranlı Profesör Mucteba Minovî tarafından Farsça yayımlanan eser üzerinden yaptığı notunu düşer. Ancak Kanar’ın büyük emekler ve zaman harcayarak yaptığı çeviride de Çelebi’de olduğu gibi hikâyenin İslâmileştirildiği görülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Profesör Minovî de bu aşk hikâyesini, Vîs û Râmîn’i tıpkı Lamiî Çelebî gibi İslâmileştirmiştir. 


14 Şubat 2014
Akşam KİTAP eki

http://www.aksam.com.tr/ekler/kitap/ask-gomulu-define/haber-284545 


İş Hâli