Hasip Bingöl
Bize son kitabınız poeta non grata’nın hazırlık sürecinden bahseder misiniz?
Doğrusu
şöyle dört başı mamur, kaideli kurallı bir hazırlık sürecinden bahsedemeyeceğim
poeta non grata için. Dahası kitaba
ilişkin bendeki bir karşılık bu. Öyle karar vermişliklerle yola çıkan biri olmayı
beceremedim. İlk şiir kitabım kayıp tablet 2007’de neşrolmuştu. İlk
kitaptaki şiirler mecmualarda yayınlanmış şiirler değildi doğrusu. Bir bakıma bütünlüklü
yazılmış “tek parça” denebilecek şiirlerden oluşuyordu kayıp tablet. Yeni kitabım için de vaziyet üç aşağı beş yukarı
aynı. Son altı yedi yıl içinde yazdığım, ancak birkaç tanesi dergilerde
yayımlanmış şiirlerden müteşekkil bir kitap oldu. Genel anlamda dergilerde
yayımladığım şiirler, şimdilik kitap dışı kalıyor, ya da bilemediğim bir
hissiyat onları dışarıda bırakmamı sağlıyor. Ancak şunu söylemem mümkün.
Yayımlanan şiirlerimi –şimdilik- kitaba almayışımı, biraz da kitabın bütünlüklü
olmasını arzuladığımdan yapıyorum diyebilirim. Hoş poeta non grata’da bu bütünlüğü biraz sarssa da yayımladığım kimi şiirlere
kitapta yer verdim.
Esasında
poeta non grata’yı bir iki yıl erken
de yayımlayabilirdim, fakat kısmet 2013’e kaldı. Elbette bu halinden bir miktar
farklı olacaktı. Kitabı büyük oranda bitirmiş ve yazmıştım, ancak yayımlama işi
geciktikçe üzerinde oynamalar arttı. Öyle ki kimi şiirler çıktı, kimi şiirler kabuk
değiştirdi, hatta kimileri ilk halleriyle akrabalığını yitirdi diyebilirim. Bunu
yaparken, omurgayı sarsmamaya gayret ettim. Zira her okumada dosyanın kurgusu,
inşası değişiklik gösterecekti. Omurga sağlam olmayınca, dosya elinizden kayıp
gidecek. Bütün bu zihinsel meşakkat bir yana, bir de işin yayımı bir yana.
Giderek şiir kitaplarına teveccühün bitmeye yüz tuttuğuna şahit olmaktayız. Yayım
işi her geçen gün şiir kitaplarının aleyhine gelişiyor diyebiliriz. Kitap
yayımlama işi başlı başına problem artık. Bilhassa şiir kitapları adına. Yayımlama
işi bazen yılları bulan bir zamana da denk gelebiliyor.
poeta
non grata isimli şiir
kitabınızı, 2000’li yıllarda yazılan şiire bakış açınızla değerlendirecek
olursanız, bize neler söyleyebilirsiniz?
Sorunuz
için teşekkür ederim. Bu vesileyle kuşak kavramının nazarımda nasıl görüldüğü
ile alakalı bir iki hususa değinmek isterim. Açıkçası kendi namıma kuşak
kavramına mesafeli durduğum, hatta kuşak kavramını bir miktar sorunlu bulduğumu
söylemeliyim. Zira kuşak kavramı, bir bakıma edebiyat tarihçilerinin işlerini
kolaylaştırmak adına giriştikleri bir tasnifleme işidir. Öyle çok da üzerinde
düşünülmüş olduğu kanısında değilim. Neye kuşak denmeli, niçin buna ihtiyaç
duyulur, kuşak olmayı hak eden gelişmeler nelerdir gibi soruları çoğaltmak
mümkün. Salt zamansal bir aralık’a hapsedilen bir tasnifleme işine öteden beri mesafeliyim.
T.S. Eliot kuşak kavramını irdelerken, en az çeyrek asırdan bahseder. Bizde
durum farklı. Her on (10) yılı bir kuşak sayma eğilimi giderek yaygınlaşıyor.
Bu, biraz da şiirdeki akımsızlığın
boşluğunu doldurma girişimidir diye düşünüyorum. Hal böyle olunca ilk şiirini 2000
ve sonrasında yayımlayanlar doğal olarak 2bin kuşağına dâhil edildi, ediliyor.
Hoş, iki binden önce şiir yayımlayanlar da buna dâhil edilmiyor değil. Artık
iş, iyice keyfi bir hal almış durumda. 2 bin öncesi şuaradan olup kendisini 2
bin’e dâhil edenler öyle büsbütün haksız sayılmazlar. Ne de olsa, 2 bin’ler bir
gençliğe tekabül ediyor. Yoksa, zihinsel gençlik bedensel gençlikle
karıştırılıyor mu ne!
Güncel olarak kullanılan dil yeterli ve
sağlıklı olmaktan çok uzak… Dükkân isimleri, televizyonda kullanılan dil, şarkı
sözleri, sanal ortamdaki konuşmalar...
Ancak sizin kullandığınız dil çoğunlukla eski sözcükleri barındırıyor. Bunun okuyucularınıza etkisinin olabileceğini
düşünüyor musunuz?
Geçenlerde
şair bir arkadaşım, bu anlamda ilk kitabım için bir miktar serzenişte bulundu.
Azizim, sözlüğe bakmak zorunda kaldığım kimi kelimeler kullanıyorsun diye.
Sözlük alışkanlığı edindirmek de az bir iş değil. İşim latifesi bir yana, şiir
yazıyor yahut yazmaya niyetli iseniz, hatta bütün bunların dışında ciddi bir
şiir okuru iseniz dille aranız iyi olacak, dili iyi bileceksiniz. Öyle ki dil
dediğimiz bu vasıta ile oynamayı da. Hangi dil olduğu önemli değil. Şiir
dediğimiz şey, zaten günlük dilin dışında bir anlam inşası değil midir? O vakit
sanatkârın söz dağarı dolup taşmalı. Dükkân isimleri, televizyon dili, şarkı
sözleri doğrusu beni çok da enterese etmiyor. Millet pratiğe bakıyor. Herkesin
bir hesabı var. Bu hesap çerçevesinde dil şekilleniyor. Dükkân isimlerinin
felsefî olmasını bekleyemem kendi adıma. Meram ifade ediliyorsa problem
hallolmuştur, derim. Eskilik meselesine gelince… Açıkçası kime ve neye göre eski bilemiyorum. Mesele biraz da bu sanırım.
Kullanmadığımız, kullanımdan düşürdüğümüz, raflara hapsettiğimiz, müzelik
ettiğimiz en yeni şey dahi eskidir. Bir
gecede bütün bir toplumun hafızasının silindiği, salt Latin alfabesini okuyabildiği için aydın sayılanların düşünce(sizlik)leriyle bir toplum şekillendi
maalesef. Bu bakımdan okuru suçlamak mümkün değil, lakin okurun da verili bilgi
ve kültürle yetinmesini anlamış değilim. Vaziyet bu olunca, okurun etkilenmemesi
mümkün değil. Bir yerde yeni jenerasyonu anlayabiliriz ve fakat ehl-i sanat
iddiasını güden bir kısım dedelerimiz yaşındaki zevatın zaman zaman sitemle bir
yerlerden söze dahil olmalarını anlamıyorum, anlamak da istemiyorum.
Haydar Ergülen, bir
yerde sizin için “Kendine özgü bir
sözlüğü genişletmeye çalışan bu şiir, bizi Türkçenin doğusundaki kayıp seslere
ulaştırmak gibi bir görevi de üstlenmiş. Bunu da layığıyla yerine getiriyor.”
diyor. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?
Tespitin bir kısmına, sözlük genişletme kısmına
katıldığımı söyleyebilirim. Lakin Türkçenin doğusundan neyi kastettiğini muğlak
bırakmış. Aslında kendi adıma ne demek istediğini anlamıyor değilim, lakin okur
Ergülen’in ne demek istediğini anlıyor mu, yahut ne denli anlıyor bu hususta
şüphelerim söz konusu. Şunu ilave etmek isterim. Türkçenin kayıp sesleri yahut sözcüklerinin
peşinde değilim. Böyle bir vazifem de niyetim de yok. Ancak Osmanlıcanın o
muhteşem, müzikalitesi yüksek, meramın ifadesine fevkalade müsaitliğini her hatırladığımda,
büyük bir hüzne gark olduğumu söyleyebilirim. Buna mukabil dolaşımdaki
Türkçenin bu anlamda son derece nakıs olduğu da hepimizin malumu. Eski
kelimelerden kasıt Osmanlıca ise, evet buna ilgi duyduğumu gizleyemem. Ve
sanırım eski yazmaya devam edeceğim.
Çevrenizde
gelişen olaylara duyarlı bir sanatçı olarak, politika şiirlerinizde yer alıyor
mu? Ya da şiirinizin başlı başına bir politik duruş sergilediğini söyleyebilir
miyiz?
Meseleye
sanat ve estetik perspektiften baktığımızda, politikanın bizatihi kendisi kaba
bir şey olarak karşımıza çıkar. Sanatkârın bu endişeyle ve duyarlılıkla
meseleye bakması bir bakıma zorunludur da. Kendi hesabıma böyle baktığımı söyleyebilirim.
Politik sanat mümkün iken politikanın
sanatı neredeyse mümkün gözükmemektedir. Bir bakıma politikaya mesafeli
sanat, denebilir ki doğasında zorunlu olarak politik ve muhalif söylemi
barındıran sanattır. Yani diyebiliriz ki politikaya bulaşmamış sanat politik ve
muhalif aksiyomlar barındıran sanattır. Bu mülahazadan olmak üzere denebilir ki
politik söylemden bağımsız sanat/şiir son derece zor ve sıkıntılıdır. Kendi
namıma ontolojik olarak sanatın politik bir zeminde neşvünema bulduğunu
düşünüyorum. Bu zeminin dışında adına sanat denilen bir şeyler varsa bunun
marazi olduğunu hesaba katacağım. Sözünü ettiğim ve sanatta karşılık bulan
politik söylem, estetize edilmiş politik söylemdir. Zira estetize edilmemiş her
ne varsa sanat adına birer ‘kabalık’tan öte bir şeye tekabül etmez. Estetize
derken sanatın fildişi kuleler, sırça saraylar yahut billur fanuslarla
kuşatılmış bir şey olduğunu söylemiyorum. Sanatın muhalif olması tam da bunun
dışında bir yerden beslenmesiyle mümkündür.
Buradan
hareketle şiirimde politikaya son derece mesafeli durmaya gayret ettiğimi
söyleyebilirim. Şiir yahut sanatta duyarlılık dediğimiz ne ise, onu hakikate
sadık kalarak ve politik çerçevede sağlamaya çalışıyorum. Hakikat ve politik olan,
yan yana yahut birlikte olur mu, şeklinde bir sual yöneltilebilir elbette.
Temiz ve adil olmak, bir bakıma hakikat ve politik olmakla iç içe geçerek sahih
bir anlam kazanmaktadır. Zira hakikate sadık kalmak, peşinen politik olmakla
eşdeğerdedir nazarımda. Bir başka husus da şu ki, geçmişe şöyle bir baktığımızda
politik ve ideolojik bellenip millî kitaplardan kovulan sanatçı/şairler
söz konusu. Melih Cevdet, Nazım Hikmet gibi kimi şairler, bu saiklerle
kitaplara alınmazken; ulus-devlet paradigmasının sözcülüğüne soyunan, bu endişe
ve reflekslerle kaba metinler ortaya koyan Milliyetçi Behçet Kemal Çağlar; yine
benzeri hissiyatları paylaşan, Kemalizmin ilkelerine şiirlerinde açıkça yer
veren ve onları savunmaktan geri durmayan, son derece ideolojik, sadık Kemalist
Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şairler, el üstünde tutulan millî şairler olarak okullarda zihinlerimize boca edilmiştir.
Günümüz toplumunun şiire bakış
açısı… Genç bir şair olarak üretim
aşamanızı nasıl etkiliyor?
Toplumun
şiirle pek bir derdi yoktur, olmamıştır da. Zira toplum, geçmişte olduğu gibi
günümüzde de şiire pek rağbet etmez, çok da umurunda değil şiir. Şair, genelde “boş işlerle” uğraşır, toplum nazarında.
Ne gerenk var, havasında olmuştur
hep. Şiir, toplum için ilan-ı aşk
esnasında orgazm sağlıyorsa, iyidir. Münasebeti de bu kadardır. Fazla da bir
şey beklememek lazım. Şiirin hem okuru hem alıcısı her zaman az olmuştur. Böyle
de devam edecektir, belki de azalarak. Bunu bilmek aslında işimi/zi son derece
kolaylaştırıyor. Üretim aşamasında çok rahat olduğumu söylemeliyim bu anlamda.
Karşımda hesaba katarak cümlemi kuracağım büyük bir kütlenin olmaması, bir
anlamda özgürlük alanımı alabildiğine genişletiyor. Zaten herkes şair değil
midir azizim!
Son günlerde ülkemizde dil, çok tartışılır
bir konu oldu. Aynı zamanda Zaza dilinde çeviriler yapan bir şair olarak, dil
hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum. Ne dersiniz? Bu konuyla ilgili yeni
projeleriniz var mı?
Böyle
bir konunun ve sorunun varlığı;
açıkçası kültürel, ahlakî, siyasal ve demokratik bakımdan bulunduğumuz yeri, zihinsel
ve insanî kalitemizi göstermektedir. Kemalist ideolojik kodlar ve zemin üzerine
inşa edilen üniterci ulus-devlet, kendini yasaklar üzerinden var etmiştir. Hal
böyle olunca, gelecek kaygısını da yine baskı, şiddet, asimilasyonist
politikalar güderek telafi yoluna gitmiştir. Her şeyin bir tekelden oluştuğu, yine
bu tekellerin millî olduğu bir yapıdan bahsediyorum. Tek devlet/ millet/ vatan/ bayrak/ dil/ din ve devamı… Bütün bunlar
aynı zamanda millî de olmak zorunda. Millî devlet/ coğrafya/ tarih/ dil/
matematik gibi. Dolayısıyla bütün bu tekler ve millîler orta yerde dururken, eğitimin tek ve millî olmaması
düşünülemezdi. Böyle olunca da dillerin yasaklanması, katli durumuyla karşı
karşıya kaldık. Tartışmalar da tam noktadan başlıyor. Birileri kendi dillerinin en kutsal, en kıymetli olduğuna hükmedince; mukabilinde
hayır kardeşim, herkesin dili kıymetlidir demek zorunda kaldı birileri de. Kıyametin
kopması da eşitlik ve demokrasiye görünürde itibar eden, esasında ise son
derece mesafeli; gasp yoluyla edindikleri konforu kaybetmek istemeyen jakoben,
elitist/seçkinci güruhun eşit yurttaşlığa inanmamalarından kaynaklanmaktadır.
Bu sisli, bulanık, şiddet ve çatışma ortamında yürütülen tartışmalardan ne
sonuç çıkar, kestirmek zor. Bütün bu hır
gürün, dengesizliklerin yegâne sebebi, paylaşım sorunudur aslında. Yani
Kürt eşitlikten, haklardan bahsetmez, ameleliğe ve uşaklığa devam eder; Alevî,
cemevi talebinde bulunmaz, 12 Eylül darbesi ürünü din kültürü dersine ses
çıkarmaz; dindar Müslüman kamuda başörtüsüyle çalışma talebinde bulunmaz,
çocuğuna devletin buyurduğu şekilde değil, kendi istediği gibi dini özgürlükler
çerçevesinde İslamî dersler aldırma talebini ortaya koymaz ve devletin her
dediğine emrin başüstüne der; yine komünist kendi köşesine çekilir, her şeyi
devletim bilir, komünizm lazım olursa onu da devletim getirir düşüncesine sahip
olur ise, yani her şey eski düzen devam eder, herkes varlığını Türk varlığına
armağan ederse hiçbir problem kalmaz, netekim. Ancak içinde bulunduğumuz
şartlar ve zaman diliminde kimse kendisine biçilen paya razı değil, olmamalıdır
da. Geldiğimiz noktada ya mutlak demokrasi, eşitlik ve adaletle ama hakkaniyet
çerçevesinde eşit yurttaşlar olarak beraber yaşayacağız yahut büyük felaket her
daim hazır ve nazır kapıda bizleri bekliyor ve demoklesin kılıcı misali üzerimizde
salınıyor olacak.
Dil
mezunu ve diller hakkında kafa yormuş biri olarak bağlamda şunları söylemem
mümkün. Memlekette ve dahi dünyanın herhangi bir yerinde, içinde bulunduğumuz
modern zamanın bir sonucu olarak, eğitim dili olmayan diller, ne yazık ki tehlike
altında olup bir yok oluşla karşı karşıyadırlar. Her dil kıymetlidir, buna
inanarak hareket etmek lazım. Dillerin
yaşatılması, devletlerin ve sistemlerin yaşatılmasından daha kıymetli ve
azizdir. Kimsenin dili bir başkasının dilinden ne aşağı ne yukarıdadır.
Mesele bu kadar net aslında. Yeter ki buna inanalım.
Zaza
diline gelince… Naçizane bir şeyler yapmaya çalışıyorum anadilim ile ilgili. Yetersiz,
fakat şimdilerde elimden ne geliyorsa, ona gayret ediyorum. Pek çok farklı
çalışmalar içinde olsam da ağırlıklı olarak dil ve edebiyata odaklandığımı
söyleyebilirim. Kimi zaman telif kimi zaman da çeviri şeklinde bu çalışmalarım
devam ediyor.
Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Bana
katlandığınız için ben teşekkür ederim.
*poeta non grata’dan
Evrensel Kültür, s.269 Mayıs 2014