Saturday 23 August 2014

HİÇBİR ZİNCİR BAHANE DEĞİL ÖLMEK İÇİN*


Söyleşen: Özlen Yılmaz
Hasip Bingöl



Bize son kitabınız poeta non grata’nın hazırlık sürecinden bahseder misiniz?

Doğrusu şöyle dört başı mamur, kaideli kurallı bir hazırlık sürecinden bahsedemeyeceğim poeta non grata için. Dahası kitaba ilişkin bendeki bir karşılık bu. Öyle karar vermişliklerle yola çıkan biri olmayı beceremedim. İlk şiir kitabım kayıp tablet 2007’de neşrolmuştu. İlk kitaptaki şiirler mecmualarda yayınlanmış şiirler değildi doğrusu. Bir bakıma bütünlüklü yazılmış “tek parça” denebilecek şiirlerden oluşuyordu kayıp tablet. Yeni kitabım için de vaziyet üç aşağı beş yukarı aynı. Son altı yedi yıl içinde yazdığım, ancak birkaç tanesi dergilerde yayımlanmış şiirlerden müteşekkil bir kitap oldu. Genel anlamda dergilerde yayımladığım şiirler, şimdilik kitap dışı kalıyor, ya da bilemediğim bir hissiyat onları dışarıda bırakmamı sağlıyor. Ancak şunu söylemem mümkün. Yayımlanan şiirlerimi –şimdilik- kitaba almayışımı, biraz da kitabın bütünlüklü olmasını arzuladığımdan yapıyorum diyebilirim. Hoş poeta non grata’da bu bütünlüğü biraz sarssa da yayımladığım kimi şiirlere kitapta yer verdim.
Esasında poeta non grata’yı bir iki yıl erken de yayımlayabilirdim, fakat kısmet 2013’e kaldı. Elbette bu halinden bir miktar farklı olacaktı. Kitabı büyük oranda bitirmiş ve yazmıştım, ancak yayımlama işi geciktikçe üzerinde oynamalar arttı. Öyle ki kimi şiirler çıktı, kimi şiirler kabuk değiştirdi, hatta kimileri ilk halleriyle akrabalığını yitirdi diyebilirim. Bunu yaparken, omurgayı sarsmamaya gayret ettim. Zira her okumada dosyanın kurgusu, inşası değişiklik gösterecekti. Omurga sağlam olmayınca, dosya elinizden kayıp gidecek. Bütün bu zihinsel meşakkat bir yana, bir de işin yayımı bir yana. Giderek şiir kitaplarına teveccühün bitmeye yüz tuttuğuna şahit olmaktayız. Yayım işi her geçen gün şiir kitaplarının aleyhine gelişiyor diyebiliriz. Kitap yayımlama işi başlı başına problem artık. Bilhassa şiir kitapları adına. Yayımlama işi bazen yılları bulan bir zamana da denk gelebiliyor.

poeta non grata isimli şiir kitabınızı, 2000’li yıllarda yazılan şiire bakış açınızla değerlendirecek olursanız, bize neler söyleyebilirsiniz?

Sorunuz için teşekkür ederim. Bu vesileyle kuşak kavramının nazarımda nasıl görüldüğü ile alakalı bir iki hususa değinmek isterim. Açıkçası kendi namıma kuşak kavramına mesafeli durduğum, hatta kuşak kavramını bir miktar sorunlu bulduğumu söylemeliyim. Zira kuşak kavramı, bir bakıma edebiyat tarihçilerinin işlerini kolaylaştırmak adına giriştikleri bir tasnifleme işidir. Öyle çok da üzerinde düşünülmüş olduğu kanısında değilim. Neye kuşak denmeli, niçin buna ihtiyaç duyulur, kuşak olmayı hak eden gelişmeler nelerdir gibi soruları çoğaltmak mümkün. Salt zamansal bir aralık’a hapsedilen bir tasnifleme işine öteden beri mesafeliyim. T.S. Eliot kuşak kavramını irdelerken, en az çeyrek asırdan bahseder. Bizde durum farklı. Her on (10) yılı bir kuşak sayma eğilimi giderek yaygınlaşıyor. Bu, biraz da şiirdeki akımsızlığın boşluğunu doldurma girişimidir diye düşünüyorum. Hal böyle olunca ilk şiirini 2000 ve sonrasında yayımlayanlar doğal olarak 2bin kuşağına dâhil edildi, ediliyor. Hoş, iki binden önce şiir yayımlayanlar da buna dâhil edilmiyor değil. Artık iş, iyice keyfi bir hal almış durumda. 2 bin öncesi şuaradan olup kendisini 2 bin’e dâhil edenler öyle büsbütün haksız sayılmazlar. Ne de olsa, 2 bin’ler bir gençliğe tekabül ediyor. Yoksa, zihinsel gençlik bedensel gençlikle karıştırılıyor mu ne!

Güncel olarak kullanılan dil yeterli ve sağlıklı olmaktan çok uzak… Dükkân isimleri, televizyonda kullanılan dil, şarkı sözleri,  sanal ortamdaki konuşmalar... Ancak sizin kullandığınız dil çoğunlukla eski sözcükleri barındırıyor.  Bunun okuyucularınıza etkisinin olabileceğini düşünüyor musunuz?

Geçenlerde şair bir arkadaşım, bu anlamda ilk kitabım için bir miktar serzenişte bulundu. Azizim, sözlüğe bakmak zorunda kaldığım kimi kelimeler kullanıyorsun diye. Sözlük alışkanlığı edindirmek de az bir iş değil. İşim latifesi bir yana, şiir yazıyor yahut yazmaya niyetli iseniz, hatta bütün bunların dışında ciddi bir şiir okuru iseniz dille aranız iyi olacak, dili iyi bileceksiniz. Öyle ki dil dediğimiz bu vasıta ile oynamayı da. Hangi dil olduğu önemli değil. Şiir dediğimiz şey, zaten günlük dilin dışında bir anlam inşası değil midir? O vakit sanatkârın söz dağarı dolup taşmalı. Dükkân isimleri, televizyon dili, şarkı sözleri doğrusu beni çok da enterese etmiyor. Millet pratiğe bakıyor. Herkesin bir hesabı var. Bu hesap çerçevesinde dil şekilleniyor. Dükkân isimlerinin felsefî olmasını bekleyemem kendi adıma. Meram ifade ediliyorsa problem hallolmuştur, derim. Eskilik meselesine gelince… Açıkçası kime ve neye göre eski bilemiyorum. Mesele biraz da bu sanırım. Kullanmadığımız, kullanımdan düşürdüğümüz, raflara hapsettiğimiz, müzelik ettiğimiz en yeni şey dahi eskidir. Bir gecede bütün bir toplumun hafızasının silindiği, salt Latin alfabesini okuyabildiği için aydın sayılanların düşünce(sizlik)leriyle bir toplum şekillendi maalesef. Bu bakımdan okuru suçlamak mümkün değil, lakin okurun da verili bilgi ve kültürle yetinmesini anlamış değilim. Vaziyet bu olunca, okurun etkilenmemesi mümkün değil. Bir yerde yeni jenerasyonu anlayabiliriz ve fakat ehl-i sanat iddiasını güden bir kısım dedelerimiz yaşındaki zevatın zaman zaman sitemle bir yerlerden söze dahil olmalarını anlamıyorum, anlamak da istemiyorum.

Haydar Ergülen, bir yerde sizin için “Kendine özgü bir sözlüğü genişletmeye çalışan bu şiir, bizi Türkçenin doğusundaki kayıp seslere ulaştırmak gibi bir görevi de üstlenmiş. Bunu da layığıyla yerine getiriyor.” diyor. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Tespitin bir kısmına, sözlük genişletme kısmına katıldığımı söyleyebilirim. Lakin Türkçenin doğusundan neyi kastettiğini muğlak bırakmış. Aslında kendi adıma ne demek istediğini anlamıyor değilim, lakin okur Ergülen’in ne demek istediğini anlıyor mu, yahut ne denli anlıyor bu hususta şüphelerim söz konusu. Şunu ilave etmek isterim. Türkçenin kayıp sesleri yahut sözcüklerinin peşinde değilim. Böyle bir vazifem de niyetim de yok. Ancak Osmanlıcanın o muhteşem, müzikalitesi yüksek, meramın ifadesine fevkalade müsaitliğini her hatırladığımda, büyük bir hüzne gark olduğumu söyleyebilirim. Buna mukabil dolaşımdaki Türkçenin bu anlamda son derece nakıs olduğu da hepimizin malumu. Eski kelimelerden kasıt Osmanlıca ise, evet buna ilgi duyduğumu gizleyemem. Ve sanırım eski yazmaya devam edeceğim.

Çevrenizde gelişen olaylara duyarlı bir sanatçı olarak, politika şiirlerinizde yer alıyor mu? Ya da şiirinizin başlı başına bir politik duruş sergilediğini söyleyebilir miyiz?

Meseleye sanat ve estetik perspektiften baktığımızda, politikanın bizatihi kendisi kaba bir şey olarak karşımıza çıkar. Sanatkârın bu endişeyle ve duyarlılıkla meseleye bakması bir bakıma zorunludur da. Kendi hesabıma böyle baktığımı söyleyebilirim. Politik sanat mümkün iken politikanın sanatı neredeyse mümkün gözükmemektedir. Bir bakıma politikaya mesafeli sanat, denebilir ki doğasında zorunlu olarak politik ve muhalif söylemi barındıran sanattır. Yani diyebiliriz ki politikaya bulaşmamış sanat politik ve muhalif aksiyomlar barındıran sanattır. Bu mülahazadan olmak üzere denebilir ki politik söylemden bağımsız sanat/şiir son derece zor ve sıkıntılıdır. Kendi namıma ontolojik olarak sanatın politik bir zeminde neşvünema bulduğunu düşünüyorum. Bu zeminin dışında adına sanat denilen bir şeyler varsa bunun marazi olduğunu hesaba katacağım. Sözünü ettiğim ve sanatta karşılık bulan politik söylem, estetize edilmiş politik söylemdir. Zira estetize edilmemiş her ne varsa sanat adına birer ‘kabalık’tan öte bir şeye tekabül etmez. Estetize derken sanatın fildişi kuleler, sırça saraylar yahut billur fanuslarla kuşatılmış bir şey olduğunu söylemiyorum. Sanatın muhalif olması tam da bunun dışında bir yerden beslenmesiyle mümkündür.
Buradan hareketle şiirimde politikaya son derece mesafeli durmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim. Şiir yahut sanatta duyarlılık dediğimiz ne ise, onu hakikate sadık kalarak ve politik çerçevede sağlamaya çalışıyorum. Hakikat ve politik olan, yan yana yahut birlikte olur mu, şeklinde bir sual yöneltilebilir elbette. Temiz ve adil olmak, bir bakıma hakikat ve politik olmakla iç içe geçerek sahih bir anlam kazanmaktadır. Zira hakikate sadık kalmak, peşinen politik olmakla eşdeğerdedir nazarımda. Bir başka husus da şu ki, geçmişe şöyle bir baktığımızda politik ve ideolojik bellenip millî kitaplardan kovulan sanatçı/şairler söz konusu. Melih Cevdet, Nazım Hikmet gibi kimi şairler, bu saiklerle kitaplara alınmazken; ulus-devlet paradigmasının sözcülüğüne soyunan, bu endişe ve reflekslerle kaba metinler ortaya koyan Milliyetçi Behçet Kemal Çağlar; yine benzeri hissiyatları paylaşan, Kemalizmin ilkelerine şiirlerinde açıkça yer veren ve onları savunmaktan geri durmayan, son derece ideolojik, sadık Kemalist Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şairler, el üstünde tutulan millî şairler olarak okullarda zihinlerimize boca edilmiştir.

Günümüz toplumunun şiire bakış açısı…  Genç bir şair olarak üretim aşamanızı nasıl etkiliyor?

Toplumun şiirle pek bir derdi yoktur, olmamıştır da. Zira toplum, geçmişte olduğu gibi günümüzde de şiire pek rağbet etmez, çok da umurunda değil şiir. Şair, genelde “boş işlerle” uğraşır, toplum nazarında. Ne gerenk var, havasında olmuştur hep. Şiir, toplum için ilan-ı aşk esnasında orgazm sağlıyorsa, iyidir. Münasebeti de bu kadardır. Fazla da bir şey beklememek lazım. Şiirin hem okuru hem alıcısı her zaman az olmuştur. Böyle de devam edecektir, belki de azalarak. Bunu bilmek aslında işimi/zi son derece kolaylaştırıyor. Üretim aşamasında çok rahat olduğumu söylemeliyim bu anlamda. Karşımda hesaba katarak cümlemi kuracağım büyük bir kütlenin olmaması, bir anlamda özgürlük alanımı alabildiğine genişletiyor. Zaten herkes şair değil midir azizim!

Son günlerde ülkemizde dil, çok tartışılır bir konu oldu. Aynı zamanda Zaza dilinde çeviriler yapan bir şair olarak, dil hakkında düşüncelerinizi merak ediyorum. Ne dersiniz? Bu konuyla ilgili yeni projeleriniz var mı?

Böyle bir konunun ve sorunun varlığı; açıkçası kültürel, ahlakî, siyasal ve demokratik bakımdan bulunduğumuz yeri, zihinsel ve insanî kalitemizi göstermektedir. Kemalist ideolojik kodlar ve zemin üzerine inşa edilen üniterci ulus-devlet, kendini yasaklar üzerinden var etmiştir. Hal böyle olunca, gelecek kaygısını da yine baskı, şiddet, asimilasyonist politikalar güderek telafi yoluna gitmiştir. Her şeyin bir tekelden oluştuğu, yine bu tekellerin millî olduğu bir yapıdan bahsediyorum. Tek devlet/ millet/ vatan/ bayrak/ dil/ din ve devamı… Bütün bunlar aynı zamanda millî de olmak zorunda. Millî devlet/ coğrafya/ tarih/ dil/ matematik gibi. Dolayısıyla bütün bu tekler ve millîler orta yerde dururken, eğitimin tek ve millî olmaması düşünülemezdi. Böyle olunca da dillerin yasaklanması, katli durumuyla karşı karşıya kaldık. Tartışmalar da tam noktadan başlıyor. Birileri kendi dillerinin en kutsal, en kıymetli olduğuna hükmedince; mukabilinde hayır kardeşim, herkesin dili kıymetlidir demek zorunda kaldı birileri de. Kıyametin kopması da eşitlik ve demokrasiye görünürde itibar eden, esasında ise son derece mesafeli; gasp yoluyla edindikleri konforu kaybetmek istemeyen jakoben, elitist/seçkinci güruhun eşit yurttaşlığa inanmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu sisli, bulanık, şiddet ve çatışma ortamında yürütülen tartışmalardan ne sonuç çıkar, kestirmek zor. Bütün bu hır gürün, dengesizliklerin yegâne sebebi, paylaşım sorunudur aslında. Yani Kürt eşitlikten, haklardan bahsetmez, ameleliğe ve uşaklığa devam eder; Alevî, cemevi talebinde bulunmaz, 12 Eylül darbesi ürünü din kültürü dersine ses çıkarmaz; dindar Müslüman kamuda başörtüsüyle çalışma talebinde bulunmaz, çocuğuna devletin buyurduğu şekilde değil, kendi istediği gibi dini özgürlükler çerçevesinde İslamî dersler aldırma talebini ortaya koymaz ve devletin her dediğine emrin başüstüne der; yine komünist kendi köşesine çekilir, her şeyi devletim bilir, komünizm lazım olursa onu da devletim getirir düşüncesine sahip olur ise, yani her şey eski düzen devam eder, herkes varlığını Türk varlığına armağan ederse hiçbir problem kalmaz, netekim. Ancak içinde bulunduğumuz şartlar ve zaman diliminde kimse kendisine biçilen paya razı değil, olmamalıdır da. Geldiğimiz noktada ya mutlak demokrasi, eşitlik ve adaletle ama hakkaniyet çerçevesinde eşit yurttaşlar olarak beraber yaşayacağız yahut büyük felaket her daim hazır ve nazır kapıda bizleri bekliyor ve demoklesin kılıcı misali üzerimizde salınıyor olacak.

Dil mezunu ve diller hakkında kafa yormuş biri olarak bağlamda şunları söylemem mümkün. Memlekette ve dahi dünyanın herhangi bir yerinde, içinde bulunduğumuz modern zamanın bir sonucu olarak, eğitim dili olmayan diller, ne yazık ki tehlike altında olup bir yok oluşla karşı karşıyadırlar. Her dil kıymetlidir, buna inanarak hareket etmek lazım. Dillerin yaşatılması, devletlerin ve sistemlerin yaşatılmasından daha kıymetli ve azizdir. Kimsenin dili bir başkasının dilinden ne aşağı ne yukarıdadır. Mesele bu kadar net aslında. Yeter ki buna inanalım.
Zaza diline gelince… Naçizane bir şeyler yapmaya çalışıyorum anadilim ile ilgili. Yetersiz, fakat şimdilerde elimden ne geliyorsa, ona gayret ediyorum. Pek çok farklı çalışmalar içinde olsam da ağırlıklı olarak dil ve edebiyata odaklandığımı söyleyebilirim. Kimi zaman telif kimi zaman da çeviri şeklinde bu çalışmalarım devam ediyor.

Vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Bana katlandığınız için ben teşekkür ederim.



*poeta non grata’dan

Evrensel  Kültür, s.269 Mayıs 2014

İş Hâli