Saturday 3 May 2014

ŞİİR, GÜCÜN KARŞISINDA DİRENEBİLDİĞİ ÖLÇÜDE ONTOLOJİK KAYNAĞINA YAKLAŞIR*

Hasip Bingöl ile Söyleşen Nurettin Durman


NOT: Şair Nurettin Durman'ın benimle yaptığı aşağıdaki Söyleşi, Gerçek Hayat dergisinin 10 Mart tarihli nüshasında yayımlanmıştır. Ancak söyleşinin İTALİK ve renkli olarak verdiğim son kısmı, nedenini bilemediğim tarafıma hiçbir şekilde bilgi verilmeksizin herhangi bir gerekçe gösterilmeden SANSÜRLENMİŞ olup yayımlanMAmıştır. Söyleşiden murad ettiğimiz şeyin iyi anlaşılması için, bütünlüklü olarak yayımlanması icap etmektedir.




Yeni şiir kitabın Poeta non Grata ile ilk kitabın Kayıp Tablet’teki arayışın farklı bir yere evirildiğini söyleyebilir miyiz? Ya da bir huzursuzluğun dışa vurumu demek mümkün mü? Nereden icap etti bu istenmeme…


Sözün seyr û sülukü suyun seyr û sülukü misillüdür. Zira kalpten sökün eden söz, bünyeden ve dimağdan firak edip yola revan olduğunda, bir yandan geçtiği güzergâha izini nakşederken beri yandan da yeni arayış yollarını inşa eder. Öyle ki her arayış daima bir kayıpı ima etmektedir. Doğrusu her birimizin şu salındığımız yeryüzü cehenneminde kişisel menkıbesinin ardından sürüklendiğine inanıyorum. Bilhassa bir lanetli olarak taife-i şuara, aynı zamanda kovulmuş olmanın çetin imtihanında kalbine sükûnet ve serinlik taşımanın da hesabıyla arayışına devam eder. İmtihanı çetindir; zira bir yandan Tanrı’nın kutsal kitaplarında cehennem çağrıcısı yalancı bir lanetli, bir yandan da devlete katkısı olmayan bir düşman olarak iki sürgün arasında hayatını idameye mahkûm edilmiştir. Buna karşın ehl-i şuara, belki söz iksirinin idrakinde bir seyyah olarak sözünü Tanrı’nın sözünün hemen yanı başına yazma iştiyakında bir heveskâr olma arzusundadır. Kendi namıma şedid bir heveskâr olmamaya talibim. Şedid bir heveskâr olmanın halden ziyade kale ilişkin bir vaziyet olduğunu söylemeliyim. Buna sebep daire-i imkân mertebesince mesafeli durmaya gayret ediyorum. Zira kalin hale tagallüb etmesi her ne kadar günümüzün geçer akçesi ise de, nazar-ı hakikatte muteber olan kuşkusuz aksi olandır. Ne kadar becerebildim bilemiyorum, aksi olanı kendime rehber edinmeye gayret ettim. İlk kitabım ile ikinci kitabımın yayımlanması arasında öyle pek uzun bir zaman geçtiğini söyleyemem. Soruda bahsettiğiniz arayışın farklı bir yere evirilmesine gelince…

Evet, arayışın farklı bir yere evirilmesi için altı yıl gibi bir zaman diliminin iktifa edeceği kanaatindeyim. Lakin bu arayışın keskin olduğunu söyleyemem. Belki daha derinlerde, kayıp olanın izini sürerken tesadüf ettiğim vaziyetler üzerine, güzergâhta yapmaya çalıştığım kimi değişiklikler demek lazım. Her arayış yeni bir değişikliğe, yeni bir huzursuzluğa gebedir. Bu arayışta neyle karşılaştın, ne buldun da istenmeyenliğe kanaat getirdin derseniz, şunu rahatlıkla söylemek mümkün. Fark etmekten ziyade ifade etmekle alakalı bir durum bu. Yoksa yenilerde olan ve benim yeni fark ettiğim bir şey değil. Şöyle bir baktığımızda içinde bulunduğumuz zaman diliminde bir yandan bireysel ötekileştirmeler bir vakıa iken, bir yandan toplumsal inkârların, toplumsal uzaklaştırma ve ötekileştirmelerin giderek derinleştiğini, giderek toplumların birbirini yok saydığı, hatta varlıkların ötekini yokluğu üzerine inşa ettiği durumdan söz ediyorum. Doğrusu toplumsal istenmeme durumları hayatımızı esir almışken, birey olarak payımıza biçilen ötekiliğe razı olacağız çaresiz. Hele şiire kıyısından köşesinden bulaşmışsanız öteki olmanın, istenmemenin idrakinde olmak durumundasınız. Şayet buna müdrik değilseniz, böyle bir endişeniz yoksa iktidarların, gücün yedeğine düşmemeniz için hiçbir neden yok. Bu söylediklerimle şiirin kutsallığı gibi bir lafügüzaf yahut şair yüceltmesi yapmak gibi bir derdim olmadı hiçbir zaman. Böyle bir anlayışa da oldum olası mesafeliyim. Lakin şair, yazdıkları ve söyledikleriyle gücün ve iktidarın uykularını kaçırmıyorsa sükût etmesi daha doğru bir tavır olur. Kendi adıma, şiirin ontolojik kaynağını gücün karşısında direnebilmesinde buluyorum. Bu ontolojik kaygı ve huzursuzluktan hareketle yazmaya gayret ediyorum.

“Bir Evrakın Kanar Boşluğu” şiirinizin finalinde şöyle diyorsunuz: “her yenilgi bir vadidir içimde.” Bunu derin yaralar var’a, kırıklıklara yoruyorum. Sarih bir izahı olmalı, derim. Açıklaması mümkün mü?


Doğrusu kırılmayı kişisel bir zemin üzerinden okumadığımı, bu manada önemsemediğimi söyleyebilirim. Böyle bir tavrı hakikat düzleminde bencillik olarak görüyorum. Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî mealen küçük kâinat olarak insan, büyük kâinatın bir minyatürüdür. Zira insan varlığı, âlemden kat kat küçük olsa da, o büyük âlemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır.” buyurur. Bunu önemsiyorum. Bu manada şahsın/bireyin biricikliğini son derece kıymetli buluyorum. Burada üzerinde durduğum, sıkıntılı gördüğüm husus, bireysel olanın bencilliğe evirildiği nokta. Yoksa Şeyhü’l-Ekber’in buyurduğu, insanın mikrokozmosluğu hakikatinin hilafına davranmış oluruz. Dolayısıyla yazıyı, yazmayı bu manada önemsiyorum. Yazmak dediğimiz hadise, evet kendimizden yola çıkarak başlayan bir eylem, ancak yazma eylemi her şeyden evvel ontolojik bir mesele. Ontolojik olarak yazı, küçük kâinatı aşkın büyük kâinata doğru bir yolculuktur. Bu seyr ü süluk, bireysel olanın geriye itilip müteâl ve ulvî olanın ikâmesi çabasıdır. Bu noktada yeri gelmişken İmam Âli Efendimizin şu sözünü nakletmek isterim. “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, ama en büyük âlem sende gizlidir. Sanırım meseleyi özetliyor bu söz. Naçizane böyle bakmaya gayret ediyorum. Ne denli üstesinden geldin derseniz, açıkçası buna kifayet edecek bir cevabım yok. Öyle ki şu modern zamanda biten her gün, bir şekilde tortular bırakıyor, biriktiriyor kalbimizde. Buna ne derece direnebiliriz yahut kalbimizi, aklımızı ve ruhumuzu ne derece arındırabiliriz modern zamanın üzerimize boca ettiği kirlerden, bilemiyorum. Mümkün mertebe içinde bulunduğumuz zamanın kirli hesaplarından, şiddetinden uzak durmak. Bütün hesabım buna ilişkin. Evet, çağın tuzaklarına mesafeli durmanın bir neticesi olarak, kimi zaman derin bir keder, kırıklıklar oluyor tabii. Bundan kaçamayız sanırım. Zamanla geçer nasılsa, diyorum. Geçiyor da nitekim.

“Ziyan” olan çok şey var hayatta. “Artık kabaran deniz değilsin”/ “Tuhaf şeyler oluyor” dünyamızda. Bütün bunlar haliyle çağrışımlara götürüyor insanı. Kim/lerin hayatları acılar içinde geçiyor. Ziyan olanı biraz daha açar mısın?

Haklısınız. Nereden ve nasıl bakıldığına ilişkin olarak belki de her anımız ziyan. Açıkçası şöyle bir etrafımıza baktığımızda pergelin dönen ayağı her lahza bir acıya tesadüf ediyor. Her şey tuhaf gidiyor, her yerde bir marazilik söz konusu. Hayatlarımızı kuşatan huzursuzluklar, kötülükler, savaşlar vb. gün geçtikçe kesifleşiyor. Buna mukabil yapabildiğimiz tek şey, yazarak kalbimizi teskin etmeye çalışmak. Ve yazmanın da söze açılmış bir savaş olduğunu bile bile. Dolayısıyla huzursuz olmamak için hiçbir sebep yok. Hal böyle iken benim kimseye vaad edebileceğim bir kurtuluş reçetem yok. Olamaz da. Kurtuluş reçetelerinden pek hazzettiğim de söylenemez. Bu, daha ziyade statükoların, devletlerin müracaat ettiği bir şey. Zaten hayatlarımızı da mahveden bu akıl değil mi? Üzerinde yaşadığımız ülkenin eğitim sistemi her şeyi izah etmeye kafi. Ulusçu-üniterci bir yapı üzerine inşa edilen Türkiye, kuruluş ve kurtuluşunu Kemalizm dediğimiz üçüncü dünya sınıfı ülkelerin baskıcı, totaliter ve dikta anlayışıyla yoğurmuştur. Hasılı her birimiz bu anlayışın ürünü eğitim tezgâhlarından geçtik. Kimse bu manada kendisini münezzeh görmesin. Kabul edelim ki bu proje bir mühendislik çalışması olarak iyi kurgulanmış ve tasarlanmıştır. Kemalist eğitim projesi, toplumu yukarıdan aşağıya dönüştürmek için evvela kendince sağlam argümanlar üretir, toplumun cehaletinden dem vurur, hatta el çabukluğuyla toplumu, aklını yeterince kullanamayan 'sürü'lere benzetir. Ve buna da ikna eder toplumu, toplum da bunu kendi yararına bir şey sanır. Bu kanıyı yerleşik kılmak için toplumun 'muasır medeniyetler seviyesine' bir an evvel çıkartılması gerektiğini ifade eder. Öyle ya, toplum dönüştürülmesi elzem tuhaf, acayip bir şey olarak bu projenin potansiyel muhatabı değil miydi zaten. Söz konusu argümanlar evvela son derece makul hatta cezbedici gelir. Oysa hakikat bunun hilafınadır. Kendisini Tanrı olarak konumlayan zevatın, kaba saba olan güruhtan kendi Tanrılıklarını teyit etme düşüncesinden başka bir şey olmasa gerek. Buna muhatap olmuş hangi bireyin hayatı acıklı ve ızdıraplı değil. Hangimizin hayatı ziyan değil. Şiiri etrafında dolandık, şiir konuşamadık yine. 


***

İş Hâli